Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Arkanya masalları



Toplam oy: 1383
Kemal Varol
Sel Yayıncılık
Masallara, hikayelere, romanlara, sinemaya, halk arasında dolaşan söylencelere yapılan göndermelerle Fellini filmlerini andıran renkli bir şahıslar kadrosu var “Jar”ın.

Bugüne kadar şiirleri, dergi ve gazete yazıları ile tanımıştık Kemal Varol’u. 1977 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğan, Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi bitiren Varol, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi almıştı. On yıldır Diyarbakır’ın değişik köylerinde öğretmenlik yapan yazarın “Yas Yüzükleri” (2001), “Kin Divanı” (2005) ve “Temmuzun On Sekizi” (2007) adlı şiir kitapları yayımlandı. İlk romanı “Jar” ile edebiyat kariyerinde yeni bir sayfa açıyor.



Jar Kürtçe bir sözcük. Türkçe karşılığı dibe vurmuşluk halini işaret ediyor, yani “yanmışlığı”… Zaten Kemal Varol da romanın gövdesini aşktan, nefretten, düşmanlıktan, yoksulluktan yanmış insanlara dair hikayelerle beslemiş. Belki de masallarla demeliydim. Kürt edebiyatının kadim sözlü anlatım geleneğini modern bir form olan romanla birleştirmiş; Batıdan Diyarbakır’a uzanan demiryolu hattında konuşlanmış hayali Arkanya kasabasından masalsı hikâyeler anlatıyor bize.



“Yanmışlar”



Roman girişindeki Italio Calvino alıntısı, “Jar”ı özetlemek için iyi bir başlangıç noktası: “Bir hikâyenin kesin olarak başladığı an nasıl saptanabilir? Her şey zaten daha önce başlamıştı. Her romanın ilk sayfasının ilk satırı daha önceden kitabın dışında zaten olmuş bir şeyden söz eder”…  Bu kitabın, yani “Jar”ın dışında önceden zaten olmuş şey, hem basit hem insanlık tarihi kadar eski ve evrensel. Kin, öfke ve düşmanlıktan söz ediyorum. Romanın iki tuhaf kahramanı Rahatsız Kâmil ve İçli Halil de, birbirlerine karşı içinde barındırdıkları dinmez kinleri, her an patlamaya hazır öfkeleri ve nedeni bilinmez düşmanlıkları ile gelmişlerdir Arkanya’ya.

 

Sıkıyonetimin sıkılığı az buçuk gevşese bile boğuculuğun hüküm sürdüğü zamanlarda, 1983 yılındayız.  Karşısındaki upuzun ovaya değil de üçgen şeklindeki Makam Dağı’nın eteğine kurulu Arkanya kasabası, vakti zamanında vilayet olmayı başarmış, birçok ünlü şahsiyet yetiştirmiş, Şeyh’in isyanına yataklık etmiş ama eski şaşalı günleri artık çok gerilerde kalmış… Arkanya; “kara kuru evler, bu evlerden sokaklara yayılan pis sular, başıboş hayvanların bıraktığı gübreler; kasabanın epey uzağında kurulan bir fabrika, eski mi eski bir otel, üç beş dayanıksız ağaçla pencere pencere gökyüzüne bakan bir kasaba”.



Kenarlarında patlamış kamyon lastikleri ile köpek leşlerinin serildiği upuzun bir yolla boydan boya bölünen, sonra da ovadaki tren istasyonuna uzanan Arkanya’ya gelen yabancılar yıkık dökük istasyonda inip etraflarına şöyle bir bakınır, gördükleriyle yetinir sonra da bir çırpıda geri dönermiş. Doğrusu görmeye değer pek az şey var Arkanya sokaklarında:



“Sokaktan geçen tek tük arabalar, yoldan çevirdikleri herhangi birini alıp polise teslim eden askerler, ellerindeki defolu malları kasabalılara kakalamaya çalışan seyyar satı-cılar, başlarının üzerine yerleştirdikleri tepsideki halka tatlılarla sokak sokak dolaşan, bir çemberin peşinden yokuş aşağı koşturan çocuklar... Ellerindeki öteberi ve kafesteki keklikleriyle kasabaya akın eden şalvarlı köylüler ile inzibatlar…”



Ne var ki Rahatsız Kâmil ve İçli Halil dönmemiş; yüreklerindeki cerahatleriyle gelip caddenin iki yanındaki iki meyhaneye çöreklenmiş, birbirlerini ölümcül bakışlarla süzmeye başlamışlar. Nerden geldikleri, nerede kaldıkları meçhul, husumetleri sarih.



Sıkıyönetim atmosferinin keskinleştirdiği algılarıyla, kasabalarına gelen bu tuhaf yabancıları ve havaya yayılan kötücül duyguları kısa zamanda fark eder kasaba “sakinleri” ama onlara karşı nasıl bir tavır takınacaklarına karar veremezler. Nasıl karar versinler ki? Kin ve nefret tohumları bu topraklarda hiç mi ekilmemiş? Aynı türden düşmanlıkları onlar da beslemiyorlar mı? Mesela Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs değil mi?

 


Her masal bir gerçeği yansıtır

 



Yabancıların suskunluğu ile kabardıkça kabaran meraklarının iyice kamçılandığı bir gece, Elektro Cemil devreye girer; ihtiyarlara ve düşmanlıklarına dair üç hikâye anlatacak, hikâyelerden yalnızca birisi doğru olacaktır. Başlar anlatmaya kendisi de anlatacağı hikayelerin kahramanları kadar yanık Elektro Cemil. Sonra yolu tesadüfen kasabaya düşen başkaları da oyuna katılacak, sağdan soldan duyup işittiklerini yaşamış, görmüş gibi aktaracak, bu adamlar hakkındaki tevatürleri çoğaltacak, ama her anlatılanla Rahatsız Kamil ile İçli Halil’in asıl hikayesi daha da kararacaktır…



Peki asıl hikâyeleri neymiş diye meraklanmışsınızdır belki de. Tıpkı “Binbir Gece Masalları”nda Şehrazat’ın yaptığı gibi, Kemal Varol da okuyucunun bu beklentisini çok iyi kullanmış. Her yeni hikâye ile okuyucu kurmacalar dünyasına çekiliyor. Kahramanların sırrı okuma keyfi ile birlikte katmerleşiyor. Keyfimiz bölmeyelim ama bir de şunu düşünelim; belki de sır anlatılan hikayelerden birinde gerçekten gizli, belki de sır falan yok, belki de maksat hikâye etmek.



Masallara, hikayelere, romanlara, sinemaya, halk arasında dolaşan söylencelere yapılan göndermelerle Fellini filmlerini andıran renkli bir şahıslar kadrosu var “Jar”ın. Ve nasıl ki gerçek hayatta bizler anlatılarla çevriliysek, “Jar”ın kurmaca dünyasının kahramanları da anlatılarla çevrilmişler. Abartmalar, yer değiştirmeler, hafıza kayıpları olabilir, ama biliyoruz ki kurmaca anlatılanların arkasında tarihsel, toplumsal gerçeklikler yatıyor. Belki “ağızdan ağıza geçtikçe, hafıza ve çevre değiştirdikçe, asıl söyleyen unutuldukça, aslındaki birtakım unsurları yitirmiş, bunların yerine daha çok hayali unsurları toplamış"tır ama o hayali unsurlar da başka gerçeklerin simgesidir. Aslında anlatanın da dinleyenin de arzusu kendi gerçeğini keşfetmektir. Aynı temanın her anlatıda farklı farklı görünümlere bürünmesini ise "deneyimlerin düzensizliğine biçim vermek" isteğine yoralım. Bir de oyun oynama arzusuna… Kasabalıların  kendilerini Rahatsız Kamil ve İçli Halil’in sırrına kaptırmaları hikayeler yoluyla “gerçek dünyada gerçekleşmiş, gerçekleşmekte ve gerçekleşecek olan uçsuz bucaksız şeylere anlam vermek” adına içine çekildikleri bir oyun. Tıpkı bizim de gerçek dünyada yaptığımız gibi…



Büyük kentlerde de koşullar katlanılır değildi ama özellikle Arkanya gibi kasabalarda 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda hayat yasaklar, baskılar, dayaklar, işkenceler ve ölümler arasında çok zor geçti. Baskının en ağırlaştığı zamanlarda insanların mizaha sığınması tuhaf görünebilir ama her biri ayrı bir dram konusu olan hayatları katlanılabilir kılan mizah duygusudur. Kahkaha atan, karşısındakini kabaca alaya alan türden değil, tersine sessiz, bıyık altından gülümseyen, iğneyi de çuvaldızı da kendine batıran bir mizahı var Kürtlerin. Halkının mizah anlayışını benimseyen Varol, büyük bir ciddiyetle mizah yapıyor “Jar” romanında. Hem iç acıtıyor anlattıkları hem gülümsetiyor. Gözlem yeteneğini hikaye anlatma ustalığıyla birleştirmiş, mizahi durumları ayrıntılarda yakalamış. Titiz bir işçilik; çoğu yerde ayrıntı tasvirleri hikayenin önüne geçmiş, daha doğrusu hikayenin kendisi olmuş. “Jar”ı Rahatsız Kamil ile İçli Halil hakkında komik ya da acıklı bir anlatı biçiminde değil, önce kasaba hayatını, sonra yaşadığımız coğrafyanın siyasi ve toplumsal gerçekliğini ve nihayet bu koşullara maruz kalan bireyin boğuntusunu kuşatan bir  roman olarak değerlendiriyorsak eğer, bunun başlıca nedeni Kemal Varol’un büyük olayların küçük hayatlarda bıraktığı izleri ayrıntılarda yakalayabilmesinde gizli.



Kemal Varol “Jar”la roman kariyerine parlak bir adım atıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.