Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bakırköy'ün sakinleri



Toplam oy: 1135
Tahir Musa Ceylan
Ayrıntı Yayınları

Adını daha çok romanlarıyla duyurmasına rağmen Tahir Musa Ceylan’ın edebiyat kariyeri şiirle başlamıştı.  Şiirlerini Depresyon Şiirleri (1988), deneme yazılarını “Fotoğraf Estetik ve Görüntü Üzerine Denemeler” (1988) kitaplarında  topladı. Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik ekindeki “psikofelsefi” yazılarını “Aylak Bilgi”( 2004), “Aylak Yazılar” (2004) ve “Aylak Düşünceler”de (2007) kitaplaştıran Ceylan ilk romanı “İçi Yoksul”u 2005’te yayımladı.



Kültürel karşıtlıklardan kaynaklanan sorunları kasabadan büyük kente okumaya gelmiş bir gencin içine düştüğü kimlik bunalımı, daha açık bir deyişle “hiçleşme” süreci etrafında hikaye etiği “İçi Yoksul” ve kimselerin adam yerine koymadığı bir adamın hayata tutunma çabasını anlattığı “Yarım Adamın Aşkları” (2009) tematik anlamda birbiriyle bütünlük sağlıyordu. Ancak birbirini gerçekten bütünleyen iki romanı “Kestane Kıranında Kadınlar” (2008) ve  “Elli Yıl Sonra Kül” (2010) oldu. Bu iki romanında bir ailenin tarihini Cumhuriyet tarihine bağlayan Tahir Musa Ceylan, toplumsal hayata ve tarihsel döneme nüfuz etmemizi sağlayan çok sayıda yan hikaye ve karakter kullanmış, malzemesini mükemmel bir dil ve üslupla bir araya getirmişti. Romancılığının son halkası “Bir Zamanlar Bakırköy”de yine benzer bir anlatıyla gerçek bir edebiyat ziyafetine davet ediyor okuyucusunu.



Delirmemek mümkün mü?



Bakırköy İstanbul’da bir semt adı. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli “Ruh ve Sinir Hastalıkları” hastahanesi –eski adıyla- “tımarhanesi”. Üzerine nice fıkralar üretilen, nice haberlere konu olan, düşeni “Allah kurtarsın” denilen mekanların belki de en ünlüsü. “Ruhun hastalıkla, şöhretin düşkünlükle, ihanetin hidayetle helmelendiği, herkesin her şeyle karışıp gittiği, yeryüzünde kutsallığı olmayan tek tapınak”…



İşte bu hastahaneye dair ama ezberlerinizi bozacak türden bir anlatı okuyacaksınız.  Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra psikoloji ihtisası ve farmakoloji doktorası yapan Tahir Musa Ceylan, Bakırköy’ün çalışanlarına ve hastalarına armağan ettiği romanında orta yaşların sonuna gelmiş yalnız ve yorgun bir doktorun genç bir hastasına duyduğu aşkla alt üst olan hayatını –içerden bir bakışla- anlatıyor. Roman kahramanları kadar önemli bir rolü var hastahanenin.  Bir Zamanlar Bakırköy, bu aşkın geliştiği Bakırköy Akıl Hastahanesi’nin, hastahane ile birlikte yaşadığımız toprakların hikayesi ya da masalı…




İnişli çıkışlı bir aşk




Roman kahramanı hastahanenin bölüm şefi Doktor Kerim, ağır başlı, kelli felli bir doktor. Başından bir evlilik geçirmiş, yalnız yaşayan, hayatını Bakırköy’e vakfetmiş bir adam. Bir yandan hastaları tedavi ederken bir yandan da kendi içine bakıyor:



“Kafası sırlarla dolu, önü, arkası meçhul birinin oğlu olmak, onun gibi karanlığı nefes yapmak... Buralarda kalmıştı, bilinmeyeni öğrenmek için fakülte sıralarında solucanlar tutup deneyler bile yapmıştı. Kimdi, babası kim, bu babadan olma olarak kendi kim? Öğrenemiyordu, şu görüşme odasında soluduğu onun için hep başka nefeslerdi, öğrenmenin tek yolu buydu, başkasını öğrenmek, başkası üzerinden kendine kalıp kesmek... Şimdilik hastaları tedavi ediyor, babası, babasının babası için eğitim alıyor, kendine kör, kendi hasta kalıyordu.”




Bir gün genç ve güzel tıp fakültesi öğrencisi Sanem çıkıp gelecektir Kerim Bey’in muayenehanesine. Tereapi başlar ne var ki terapi iki taraflı bir süreçtir. Nitekim “terapiye girerken ben bu adamsam, çıkarken artık o adam olmayacağım” diyen Doktor Kerim,  terapi sürecinde büyük bir değişim geçirecektir. Çünkü “terütazeliğin verdiği sınırsız güvenle gömleğinin fermejüplerini açıp gözlerini doktorun gözüne takan” Sanem konuyu dönüp dolaştırıp Kerem Bey’in hayatına getirecek ve sonuçta bu terapi her ikisinin hayatını da dönüşsüz bir şekilde etkileyecektir…



İnişli çıkışlı bir aşk başlar doktor ve hastası arasında. Üç yıl süren bir ayrılıktan sonra yeniden bir araya gelen, büyük bir coşkuyla birbirlerinin kollarında eriyen bu iki insan ilişkilerinin dengesini kurmakta büyük güçlük yaşarlar. İlişki –pek çok tutkulu aşkta olduğu gibi- karmaşık, çözümsüz ve sorunlu bir hal almıştır. Ve bir bunalım anında Doktor Kerim hayatının en büyük kararını verecek, bundan böyle hastalarıyla aynı evi paylaşacaktır…



İnsan olarak doktor



Roman hakkında bir fikir vermesi için yaptığım bu özetin işe yarayacağından kuşkulu olduğumu söylemeliyim. Çünkü Tahir Musa Ceylan’ın romanlarını özetlemek de, özetinden ne anlattığı hakkında doğru bir bilgi edinmek de hiç kolay değil. Çünkü ana bir hikâyeden çok sanki kendiliğinden gelişen yan hikâyelerle ilerliyor romanları. Ayrıntıları çoğaltıyor; basit gibi görünen bir ayrıntıyı bir anda hikâyenin merkezine alıp ondan yeni ayrıntılar üretirken beklenmedik kişi ve karakterlerle bambaşka hayatlara dokunuyor, kahramanlarının eşzamanlı ama birbirinden çok farklı mekânlara uzanan hikâyeleri ile coğrafyayı genişletiyor. Hikâyesine sahip olamadığı için değil, hayatın kendisi tam da böyle yaşandığı için… Tahir Musa Ceylan coğrafyayı, tarihi ve insan malzemesini öylesine zenginleştiriyor ki Bakırköy’ün hikayesi tarihi ve toplumuyla Türkiye Cumhuriyeti’nin  hikayesine dönüşüyor. “Bakırköy’de içinde insan ve hayvan, azap ve serap, sefalet ve lüks, sükûn ve hüzün, diptekiler ve en diptekiler olan cihanşümul bir hayat vardı” fikriyatından yola çıkan yazar yan hikayelerle kurmuş o cihanşümul hayatı şöyle tarif ediyor:



“Bakırköy köy değil bir ülkeydi, Anadolu’nun farklı yerlerine dağılıp seyrelmiş olaylar bu küçük toprağa toplandığı için Bakırköylüler bir ömürde bir ülkede olup bitecek olayların hepsini en yoğun halde burada görürlerdi. Anadolu alıp götüren, taşıyıp sürükleyen selse, Bakırköy çöküp kalmış mildi.”



Yaptığım alıntılardan romanın hikayesi kadar dili ve üslubuyla da farklılaştığını fark etmişsinizdir. Yazar anlattığı mekana, insanlara, tedavi süreçlerine olduğu kadar “eski” dile de  çok hakim. Sırf şıklık, hoşluk olsun, hikayeyi süslesin diye kullanmıyor bu dili. Kahramanı Kerim Bey’in dili bu. Nasıl ki Kerim Bey kimi zaman hocalığına ek bir ağırlık kazandırmak, kimi zaman karşısındaki ile araya mesafe koymak için Osmanlıcaya kaçıyorsa, Tahir Musa Ceylan da anlattığı hikaye ile okuyucusu arasındaki mesafeyi açmak, ironiyi keskinleştirmek için seçmiş sanki bu dili. İnsani dramların sergilendiği sahneleri kendine özgü üslubuyla aktarırken dilin hüzünlü ezgisini yakalıyor. Hikayesi kadar diliyle de bu evrenin içine çekiliyoruz. Önceki romanları için de söylemiştim; “dilin ve üslubun ötesine geçtiğimizde insana, insanın iç dünyasına, oradan hareketle topluma uzanan, nesnesini kuşatan” bir kurmaca dünyası Ceylan’ınki. Bir doktorun dramından hareketle hastaların, hastalardan hareketle toplumun tamamının dramına ulaşırken eski dilin sesinden, ritminden, büyüsünden yararlanmış. 



Ne melodram ne mizah; okuyucuyu duygusal  bir yüklenmeye zorlamayan ama alaycı bir gülüşün önünü de kesen, dili hem anlatım hem yabancılaştırma aracı olarak kullanan üslubuyla Ceylan kendi roman evrenini yaratıyor. Bir Zamanlar Bakırköy, Tahir Musa Ceylan’ın yazarlık kariyerindeki aşamayı göstermesi bir yana, edebiyatımızda bireyin iç dünyasına temas eden en iyi anlatılardan bir tanesi.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.