Yaşa ve yüksek deneyime dayalı ana akım romanların sonu yaklaşıyor. Son birkaç yılda dünyada çok sayıda genç yazar ön plana çıkmaya başladı. Her biri farklı konuları ele alıyor ve alışılmışın dışında bir dil ve anlatıma sahip. Ancak sanıldığının aksine burada radikal bireyci bir duruş ve sırf mevcut dil düzenini yıkmak adına yapılan bazı numaralar yok. Günümüzün genç yazarları bir yandan toplumun sorunlarını -özellikle de toplumda karşılığını görmenin epey güç olduğu ev içi sorunlarını-, öykü haline getirirken, diğer yandan da farklı bir jenerasyona ait olduğu hissedilen bir dile başvuruyorlar.
Hawaii asıllı Amerikan yazar Hanya Yanagihara’nın A Little Life’ı da ana akımın altını oyan ve ona güçlü bir alternatif getirme konusunda iddiali olan bir kitap. Hatta ayakları yere o kadar sağlam basan bir iddia ki bu, kitap 2015 Man Booker’ında kısa listeye kalmayı da başardı. 2016’da ise Pulitzer’in en güçlü adaylarından biriydi. Ödülü kazanamadı ancak sürcin en çok konuşulan kitaplardan biri oldu. Edebiyat eleştiri dergileri ve internet sitelerinde kitaptan çoğunlukla övgüyle söz edildi. Özellikle The Guardian’ın Yanagihara’nın reklamını yaptığını söylesek yanlış olmaz. Kitapla ilgili beş eleştiri – ki bunlardan biri “Neden herkes bu modern zamanlar klasiğini okumalı?” başlığını taşıyor – ve yazarla üç söyleşinin yanı sıra, bir de “2015’in en iyi kitapları” listesinde yer aldı A Little Life. Bu kadar övgüyle söz edilen bir kitabın Pulitzer almaması ise herhalde talihsizlik olsa gerek.
New York’ta bir dostluk öyküsü
Her birinin farklı hayalleri var: Willem garson olarak çalışıyor ama oyuncu olmak istiyor. JB, resepsiyonist olarak çalışıyor ama hayali çalıştığı sanat dergisinin yazarı olmak. Jude ise avukat ve aynı zamanda matematikle ilgilenen bir karakter. Malcolm ise varlıklı bir ailenin mimar çocuğu.
A Little Life, aynı üniversiteden mezun dört arkadaşın New York’ta bir arada verdiği hayatta kalma mücadelesini ve başarılı olmak için gösterdikleri çabayı, hayallerini anlatıyor. Aslında birbirlerinden epey farklı olan bu dört arkadaş dostluğun anlamını da birbirlerine kanıtlıyor.
Her birinin farklı hayalleri var: Willem garson olarak çalışıyor ama oyuncu olmak istiyor. Haitili göçmen bir ailenin çocuğu olan JB, resepsiyonist olarak çalışıyor ama hayali çalıştığı sanat dergisinin yazarı olmak. Anılarıyla kitabın bütün seyrini değiştiren ve altüst oluşu tüm gücüyle okura yansıtan Jude ise avukat ve aynı zamanda matematikle ilgilenen bir karakter; bu yüzden de eski hocasıyla yakın ilişki kurmak için çabalıyor. Diğerlerinden biraz daha ayrı görünen Malcolm ise varlıklı bir ailenin mimar çocuğu.
720 sayfalık bu uzun kitabın başlangıç bölümlerinde dört karakterin kimliklerini öğreniyor, onları tanıyoruz. Yanagihara burada okura oyun oynuyor. Kitabın bütün seyrinin New York’ta geçen bir şehir anlatısından ibaret olduğu izlenimine kapılıyoruz. Gelgelelim bir süre sonra kitabın merkezine geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan Jude oturuyor. Aslında daha kitabın başında Jude’un kolundaki kesik, onun merkeze oturacağının sinyalini veriyor.
Metinle okur arasındaki mesafe çok kısa
Sonradan Jude’un çocukken istismara uğradığını öğreniyoruz. Hayattaki bütün çabasının da aslında istismarla yüzleşmek ve bu duygudan bir şekilde kurtulmak olduğunun farkına varıyoruz. Kolundaki kesik ise basit bir bıçak kazası değil, intihar girişimi. Kitapta sıklıkla Jude’un çocukluğuna geri dönüşler yapıyor Yanagihara ve böylelikle geçmişin ağırlığının nasıl ortaya çıkıp hayatı altüst edebileceğini ortaya koyuyor.
Ancak Jude’un yaşadıklarını anlamak o kadar kolay değil çünkü Yanagihara geri dönüşleri ve anıları Jude’un yaşamakta olduğu hayatla iç içe geçirmiş ve üstü kapalı bir anlatımı tercih etmiş. Bu her ne kadar öyküyü idrak etmek açısından okuru zorlasa da anlatımının gücü açısından iki önemli noktaya işaret ediyor: Birincisi, Yanagihara Jude’un kendi içine gömdüğü acı ve sıkıntıyla dolu geçmişini, anılarıyla arasında koyduğu mesafeyi ve hatta duvarı bize hissettirmek istiyor. Böylece metinle okur arasındaki mesafeyi mümkün olan en az seviyeye indirmeye çalışıyor, belki de okurun Jude’la özdeşleşmesini istiyor. İkincisi ise, günümüzde edebiyatın yanı sıra medyada da hem pornografik hem de dramatik biçimde anlatılan istismar öyküsünden popüler bir çıkar sağlamamak adına dürüst bir çaba gösteriyor.
Jude’un istismar olayının ardından aşk ilişkisi kurmakta zorlandığını çok sonraları anlıyoruz. Willem’le yaşadığı eşcinsel ilişki de Jude’un geçmişle hesaplaşmasının en önemli metaforu olarak karşımızda duruyor.
Günümüz toplumundan izler
Öykünün gidişatını zenginleştiren çok fazla detay bulmak mümkün A Little Life’ta. Yanagihara anlattığı her olayda, geçmişten anımsattığı her sahnede insanlığın günümüzdeki ruh haline değen, modern insanın birey olma sorununu ve toplumda var olma çabasını anlatıyor.
Ancak kitabın en dikkat çekici yanı, tüm karakterlerin kendi kimliklerini “kayıplar” üzerinden bulması. Kaybın ardından oluşan boşluğun izinden giden bu melankoli hali, kitabın her yerine yayılmış durumda. Aslında Yanagihara’nın bize anlatmak istediği de kaybın peşinden giderken hayatta oluşan diğer kayıpların, eksikliklerin ya da yarıkların akıbetinin ne olduğu.
A Little Life’ta başarılı olmaya çalışan karakterler hem hedefe ulaşmak için verdikleri uğraşın yarattığı yıkımla hem de peşlerini bırakmayan geçmişlerinin beraberinde getirdiği mağlubiyetlerle başa çıkmak zorunda kalıyor. Bunu başarabildiklerini söylemek çok güç, ancak dostluğa tutunarak hiç olmazsa kaybın yarattığı boşluğun içine düşüp yok olmuyorlar. Aslında çok aşina olduğumuz bir durum bu. Willem, JB, Jude ve Malcolm da aslında “güvencesizleştirilmiş” ancak bazı değerlerle ayakta durmayı başaran günümüz insanını temsil ediyor. Bu anlamda kitabın geneline yayılan hava orta sınıfvari olmasına rağmen, Yanagihara karakterlerin kırılganlığını ve güvencesizleştirilmişliğini olduğu gibi ve başarılı bir üslupla anlatmayı başarıyor. Herhalde A Little Life’ı ana akım romanlardan ve anlatılardan farklı kılan da bu.
>>> Kurgu dalında Pulitzer Ödülü, Viet Thanh Nguyen'in oldu
* Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder