Bir kere her şeyden önce haber değeri var; Semih Gümüş gibi, eleştiriler yazan, dergiler çıkaran, yaratıcı yazarlık dersleri veren bir ismin bu defa bir romanla okuyucu karşısına çıkmasının... Kendimden biliyorum, romanımın yazılma ve yayımlanma aşamalarında, yakınımdaki bazı insanlar, delirdin mi sen diyorlardı, bunca yıl başkalarının yazdığı metinler üzerine yaz çiz, sonra da, “Bakın doğrusunu ben yazdım,” der gibi bir romanla çık karşılarına, vallahi iyi cesaret doğrusu. Bunu diyenler, esas cesaretin yıllar boyu ucunda kıyısında dolandıktan sonra, edebiyatın içine, yüreğine yürümek olduğunu bilmiyordu. Bir de edebiyatın doğrusunun olmadığını… Eleştiri, elbette edebiyata dahil ama eğer ileri derecede postmodern değilseniz, başkalarının metinleri üzerinden ilişki kurduğunuz yazın çalışması başka, öykü, şiir, roman yazmak elbette başka. Kültürel, toplumsal, edebi bütün şartlanmışlıkları bir kenara koyup, deyim yerindeyse, çocuksu bir heves ve tutkuyla kendini edebiyatın içine bırakabilmek, yazının yıllar boyu seni o tekinsiz yere çağıran sesini yanıtlayabilmek… Belki zayıf bir yanıttır vereceğin, belki gülünç duruma düşeceksin, belki herkes okuyacak ama hiç anlamayacak, belki de kimselerin umurunda olmayacaktır. Ama en önemlisi, okur da, metninle ilişki kuracak eleştirmen de senin yıllar içinde bu alanda açtığın yeri bir kenara bırakıp metninle baş başa kalabilecek midir? “Okumak istediğim romanı yazdım,” diyor bir söyleşisinde Gümüş. Bir okur olarak beni etkileyen bu cümle, bir yazar ve eleştiri kaleme alan birisi olarak hayal kırıklığına uğratıyor. Malum Semih Gümüş, benim kuşağımın genç yazarlarının, deyim yerindeyse, ağzının içine baktığı az sayıdaki edebi kanaat önderlerinden biri sayılır. İçimdeki ses, böyle söylediğine göre, demek ki ne kendi kuşağını ne de ardından gelenleri beğeniyor, diyor. Sonra yüreğim tekrar yumuşuyor, herhangi bir yazar da bunu söyleyebilirdi pekala, bu kadar önemseyecek miydin? Yok, bu gelgitleri, daha fazla yaşamaya niyetim yok elbette. Sözün kısası, bu eleştiri yazısı, Semih Gümüş’ü bir kenara koyup Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’a dair bir metin olma iddiasında.
Aydın sapması
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz, bir kahramanın dönüşüm romanı. Kahramanımız Sinan, işkenceye uğramış, normal hayatına bir türlü geri dönemediği için, şehri, onu seven Leyla’yı bırakıp bir kış vakti uzak bir sahil kasabasına bin bir zorlukla kendini atmış, yalnızlık duygusu ağır basan bir adam. Doğadan ve yalnızlıktan medet umuyor, her şeyden önemlisi de, üzerinde başkalarının yarattığı hasarı, kendi içinde tamir etmeye, kendi kendisini iyileştirmeye çalışıyor. Ama gördüğü işkenceler ve yaşadığı toplumsal, kültürel hayal kırıklıkları onu insanlara, doğaya ve aşka yabancılaştırmış. Roman, başından sonuna bu hazin yabancılaşmayı anlatıyor. Bu anlamıyla son derece politik bir romanla karşı karşıyayız. Hem çok eskimiş hem de güncel bir siyasi sorusu var hikayenin: Devletin ve toplumun birey üzerinde yarattığı hasarları, birey kendi kendisine iyileştirebilir mi? Ya da şöyle soralım, iyileşebilir bir yara mıdır bu? Sorunun yanıtı mühim değil. Sinan, uzaklarda, doğanın içinde bir iyilik olduğundan emin. Ama nereye gitse bir çelişkiler yumağı bekliyor onu. Onun iyileşme anlayışı, onu çok seven bir kadından uzakta durabilmek, yazabilmek ve gittiği yerde doğanın ve insanların içine tam olarak karışmadan yaşayabilme arzusu. Yani tam anlamıyla 80’lere damgasını vuran bir aydın sapması.
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz, zamansız bir roman olarak yazılmış ama 1980’leri anımsatıyor, evet. Kahramanının işkence gördükten sonra bir sahil kasabasına gitmesinden dolayı değil sadece, hem diliyle hem de doğaya, insana, aşka ve cinselliğe bakışıyla bu yılları anımsatıyor. “Bakkalın önündeki kedilerden başka canlı yoktu ortalıkta. Bir de kahvedeki ihtiyarlar. Onlar da ne kadar canlı sayılırsa. Bakkal, tezgahın arkasında ruhunu teslim edecek sanki, başı önünde, dükkanın köşesine attığı küçük masanın arkasında, dumanlı, oturuyordur. Bütün gününü öyle geçiren insanın ruh hali anlaşılabilir mi. Öbürleri hiç değilse açık havada. Kahvede biraz otursa mıydım, diye geçirdi, otursa sandalyenin ucunda iğreti kalma, söze başlama sıkıntısı, konuşmadan olmaz, oturmasa gelmiş gibi olma ayıbı. Arkamdan bakarlar, bu zamanda kimin nesi bu yeni adam, insan içine karışmıyor.” Kendisini olduğu yerden ayrıştırmak, şehirse şehri, köyse köyü, kasabaysa kasabayı yabancılamak, içinde bulunduğu insanları aydın bakışıyla eleştirmek ve pek sevmemek, sevememek. Bu yönüyle Tomris Uyar’ın bu türden sevgisiz ve eleştirel öykülerini anımsatıyor.
Çok mu sevilesi bir yerdir peki doğa, illa sevmesi mi gerekir yazarın veya kahramanın insanları, köyleri, kıyıları, kasabaları? Gerekmez elbette ama başta da dediğim gibi iyileşme mücadelesinde aydın kibrine takılıp kalarak aktarıyorsa eleştirisini bize, söz konusu eleştiri hikayeyle özdeşim kurmamızı zorlaştıran bir itici güce dönüşüyor ister istemez.
Erkeklik gösterisi
Diğer yandan son derece eril bir bakış açısı hâkim metne. Sinan’ın, Leyla ve Mina’yla kurduğu ilişkilerde, cinselliğin, illa ki bir tür tecavüze dönüşmesi, Sinan’ın ona yapılanları karşısındaki kadınlara yapmak istemesi ve neticesinde bu isteğin zavallıca bir erkeklik gösterisine dönüşmesi söz konusu. Kahramanın kadınlarla kurduğu ilişkinin doğayla da benzer şekilde süregitmesi, metnin eril yanını vurguluyor. “Doğanın saf halinin sesi bu, şimdi çok güzel geliyor ama insan yıllarca yanı başında otursa tekdüzeliği deli edebilir.” Doğa insanı iyileştirebilecek bir cennet bahçesi olabilir umuduyla onun yanı başına gelmek, ama yine de bu saf halin sıkıcı, ele geçirilmesi gereken, değiştirilmesi, dönüştürülmesi gereken bir şey olması... Kahramanımız Sinan’ın aydın ve bunalmış erkek bakış açısının, metnin diline eril yansımalarını özellikle doğa betimlemelerinde sıkça görüyoruz.
Romanın en yüksek bölümleri ise Sinan’ın yazarlıkla kurduğu ilişkiyi ve işkenceleri anlattığı bölümler. Acılı, sindirmesi zor ama Sinan’ın bir karakter olarak muhayyilemizde daha güçlü canlandığı ve hikayeyle özdeşim kurmanın daha kolay olduğu bölümler bunlar. Ve tabii en başta sözünü ettiğim dönüşümün temelinde yer alan aşkı da atlamamak gerekiyor. Kahramanımız sağlıklı, onu iyileştirebilen bir aşk yaşayamıyor, ama aşkın hayatın merkezine gelip oturması, hikayemizin gidişatını belirliyor.
Son sözüm ise dile dair, yazar kahramanını anlatmayı birden fazla anlatıcıya vermiş, daha açık ifade etmek gerekirse “ben anlatıcı,” bir cümle sonra üçüncü tekil kişiye, “tanrı anlatıcı”ya geçebiliyor. Bu geçişler okumayı zorlaştırmıyor ama hem metnin ritmini hem de kahramanın duygusunu karıştırıyor, yer yer teknik bir sorun varmış gibi duruyor.
Bir soruyla bitirmek isterim: Ülkemiz insanını kuşaklar boyu hem ruhen hem de fiziken yaralayan siyasi baskıları bir kenara bırakıp belki sonra başka şeyler de konuşabilir hale gelecek miyiz? Cevabı edebiyatın içinde aramaktan başka çare yok gibi görünüyor.
* Görsel: Elif Demir
Yeni yorum gönder