1970 Luanda doğumlu Gonçalo Manuel Tavares, Portekiz’in edebiyat dünyasına armağan ettiği parlak bir yazar olarak gösteriliyor. Edebiyat kariyerine 2001’de başlayan Tavares’in roman, şiir, tiyatro oyunu ve çeşitli anlatılardan oluşan kitapları 36 dile çevrilmiş, 51 ülkede yayımlanmış ve farklı ülkelerde pek çok saygın edebiyat ödülüne değer bulunmuştu. Tavares yazmanın yanı sıra Lizbon Üniversitesi’nde epistemoloji dersleri de veriyor.
Tavares’in 2003-2007 yılları arasında tamamladığı Krallık dörtlemesinin ilk üç romanı (Bir Adam: Klaus Klump, Joseph Walser'in Makinesi ve Kudüs) önceki yıllarda Türkçeye çevrilmişti. Dördüncü roman Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek de bu yılın ilk günlerinde yayımlandı. Hikayeleri arasında doğrudan ilişkili olmamakla birlikte bazı karakterler, daha önemlisi işlenen temalar açısından birbirini tamamlar nitelikli dört kitapta şiddete teslim olan, iradesini yitiren, kaderini başkalarına teslim eden toplumlarda bireyin çürümesini anlatıyor Tavares.
Gücün dayanılmaz çekiciliği
“Zaman ve mekan belirtilmeyen dört karanlık anlatı” cümlesiyle özetleyebilirim Krallık dörtlemesini. İlk üç romandaki gibi yine savaş koşullarındaki bir ülkedeyiz. Roman kahramanı Lenz Buchmann sivillere de, askerlere de başarıyla hizmet eden bir cerrah. Kurtardığı hayatlardan dolayı pek çok kişinin iyilik meleği olarak gördüğü Lenz, aslında iyilik kavramının çok uzağında, bencil ve hırslı bir adam. Asker bir baba tarafından askeri disiplin ve askeri zihniyetle yetişmiş, dünyanın güçlüler ve zayıflar olarak ikiye ayrıldığına inanmış ve mutlak güce ulaşmayı hedeflemiştir. Cerrahlığın ona sağladığı tam da budur. Abisinin cenazesinde kentin ileri gelen bir politikacısına gösterilen hayranlık ve teslimiyete tanık olduğunda kararını verir; o da siyasete atılacaktır: “Lenz tıbbı tümüyle bırakmaya (bu alanda artık keşfedecek bir şey kalmamıştı) ve siyaset dünyasına, ‘büyük olaylar ve büyük hastalıklar dünyasına’ girmeye karar vermişti. Bireylerle uğraşmaktan ve kendisi de bir birey olmaktan bıkıp usanmıştı; onun ölçeği bu değildi; o bütün bir şehrin hastalığını ameliyat etmek istiyordu, tek ve önemsiz bir canlınınkini değil. Her şeyin ötesinde, o tuhaf yiyeceği verme zevkini tatmak istiyordu, gücün askerlerine ve memurlarına sunduğu, neredeyse sihirli bir enerji veren o yiyeceği, kalabalıkların karnını maddeten olmamakla birlikte eşit derecede etkin bir şekilde doyuran o yiyeceği. Biraz ekmek ve biraz korku, dedi Lenz bir dürtüyle, uzun bir sessizliği bozarak.”
Ahlaki sınırlardan ve moral değerlerden yoksun bir adam savaş kışkırtıcılığı yapan bir parti için ideal bir adaydır. Başkan ile birlikte yaklaşan seçimleri kazanmak için kolları sıvarlar. Artık insan hayatları ile dilediği gibi oynamakta özgürdür, ta ki kader kapıyı çalana kadar...
Çok uzak ve çok yakın
Tavares’in romanlarındaki mekanlar ve kişiler ilk bakışta uzak bir coğrafyadaymış hissi uyandırıyor. Ancak içine girdiğimizde yabancılık duygusundan kurtuluyoruz. Öncelikle kötülüğe yabancı değiliz; insanın insana yaptıklarına, bedenlerini satmak zorunda kalan kadınlara, kanıksanan dilenciliğe, daima en güçlülerin ayakta kaldığı iktidar oyunlarına, kirli politikacılara ve nihayetinde teröre ve savaşa tanık olanlar, Tavares’in “hayali” kentlerinde kendilerini “evlerindeymiş” gibi hissedebilirler. İrrasyonel bir hayatın yeni rasyonel hale geldiği, kötülüğün, kötülükten daha da kötüsü kayıtsızlığın doğallaştığı cehennemi andıran kentler kuruyor. Böylesi bir atmosferi var Tavares’in romanlarının...
Bir de nasıl anlattığına bakalım: İnsana dair gerçekleri gerçeküstü, eğlenceli, dramatik, şiirsel bir biçimde, geleneksel anlatının sınırlarını zorlayarak sergiliyor Tavares. Alberto Manguel’in ifadesiyle, “kendi, yepyeni yaratısıyla yeniden şekillendirmek üzere dünyayı parçalara ayırıyor” ve “her kitabı gerçekliği daha iyi gözlemlememizi sağlayan birer kaleydoskop” vazifesi görüyor.
Gerçekliği daha iyi görmemizi sağlayan rahatsız edici hikayeler... Hikayelerde yer verilen olayların, şiddetin, insani acıların okuyucuya rahatsızlık vermekte elbette rolü var ama etkileme gücü dilinden kaynaklanıyor. Kendine özgü –hatta ilk okuduğunuzda garipseyebileceğiniz– bir anlatım, ekonomik ama ifade gücü yüksek bir dil. Yazarın apaçıkmış gibi görünen doğruları ve düşünce biçimlerini yapıbozumuna uğratma konusundaki yeteneği şaşırtıcı. Romanların içinden semboller bulup çıkarmak belki mümkün. Ama Tavares bu tarz sembollerden ziyade sembolik bir sistem olarak dilin kendisine, dilin ve edebiyatın imkanlarına yoğunlaşmış. Yeniden şekillendirmek istediği hakikati dil ve kurgu yoluyla parçalara ayırırken doğal ve olağan olandaki olağanüstüyü, olağanüstüdeki sıradanlığı; insanın içindeki iyiyi ve kötüyü, parçalanmışlığı, parçalanmışlığın acısını, öfke ve şiddetini yakalıyor. Yaşadığımız dünyanın ve insan zihninin karanlık yollarında dolaşan, bireyin kırılganlığını, aldırmazlığını ve yabancılaşmasını sergileyen güçlü bir anlatım.
2012 yılı Eylül’ünde yine SabitFikir dergisinde Kudüs hakkında kaleme aldığım yazının son paragrafıyla bitiriyorum: “Yıllar önce Saramago’yu ilk okuduğumda, ‘çağdaş bir Kafka’ diye yorumlamıştım. Ne garip tesadüf ki Saramago aynı yorumu yapmış Tavares için; ‘Portekizli bir Kafka’… Başka eleştirmenler başka yazar adları da sayıyorlar Tavares’in tarzını açıklarken. Bana kalırsa Saramago gibi bir ustayla aynı dile ve aynı coğrafyaya doğan bir yazar için fazla uzağa bakmaya hiç gerek yok. Tavares Saramago’nun mirasını devralmış; edebiyat yoluyla bu dünyanın ne kadar insana ait bir dünya olduğunu sorguluyor.”
Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder