Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çalıların arasında çömelmiş budala primatlarız



Toplam oy: 772
Lydia Millet
Kolektif Kitap
Her biri insan ile hayvan arasında ilişkiye dair tespitler yapan on öykü, Millet’in de gerçek hayattan arakladığı anekdotlar üzerine kurgulanmış.

Gözümün önünden gitmiyor: Bir bakan, bir orman ve su işleri bakanı üstelik, Diyarbakır’da –belki de– nefsi müdafaa amacıyla av tüfeğiyle vurulmuş ve sonra “nesli tükenmekte olan” statüsüyle doldurulup kürkü fönlenerek ve makyajlanarak cam bir fanusun içinde sergilenen leoparın önünde poz veriyor. Dişlerini göstererek gülüyor bakan, bir yandan eliyle leoparı işaret ederek. Bu bir zafer olmalı onun için.  Mutlu görünüyor. "Fevkalade, tebrik ediyorum,” diyor hemen peşine, bahsettiği leoparın tahnit işçiliği için… Fotoğrafa baktıkça içimde bir yer ağrıyor. Bir insanın kendini koruma iddiasıyla bir hayvanı öldürmesinden çok başka bir yerindeyim hikayenin. Başka bir insanın olan bitene dair şu kadar kalbinin sızlamaması belki de canımı sıkan. Unvanının içinde “orman” kelimesi geçen bir insanın üstelik. “Orman,” oysa ne güzel bir kelime, bazısı onun hakkını hiç veremiyor.

 

Başka bir ana zıplıyor zihnim. “Duman’ın kafasında dokuz adet delik var. Yakın mesafeden ateş edildiğini düşünüyorum. Çünkü fokların derileri kalın oluyor. Normal bir saçma bu deriyi delemez," diyor bir deniz biyoloğu. Duman, Antalya'nın Gazipaşa sahilini kendine yuva yapmış bir fok. Yapmıştı yani. Öldürülene kadar oralıydı. Bu bölgedeki herkesin Duman’ı çok iyi bildiğini söylüyor yöreden biri. “Bizden biri gibiydi,” diyor, dalıp elleriyle beslediklerini anlatıyor. Yakından ateş etmişler Duman’a. Arka arkaya dokuz kere patlayan bir tüfek. Bir insana bunu hangi duygu yaptırır, hiç kestirilemiyor.

 

Sonra aklıma doğada denk geldiği kelebekleri bir spreyle dondurup nesli tükenmekte olan bazı türlerin “şahane” fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçının hikayesi geliyor. Şahsı yakından tanıyan birinin anlattığı bu hikayeye inanmak istemiyorum. Belki bir fantezi olabilir diyorum. İstanbul’da havalı bir galeride ellerinde şarap kadehleri, renk renk kelebeklere bakıp da heyecanlanan sanatseverleri gözümün önüne getirmeye çalışıyorum, kalbim sıkışıyor.

 

 

 

Ama sonra, Ege’de bir adada, sahibi olduğu arsanın tam ortasındaki zeytin ağacını kesemeyerek evinin duvarını yamuk inşa etmiş bir köylüyü hatırlıyorum. Balkondaki kırlangıç yuvasını fark edip yavrular yumurtadan çıkıp da yuvadan uçana kadar balkona çıkmayan ve haftalarca ipteki çamaşırlarını toplamayan birini de hatırlıyorum. Ve yabancı bir ülkede gittiğim hayvanat bahçesinde, diğer hayvanlara komşu, kapısında “human” yazan bir kafeste yaşayan/sergilenen hayvan hakları savunucularını.

 

Zavallılığımızın altını çizen öyküler

 

Lydia Millet’in, insanın hayvanlar dünyası üzerindeki tahakkümünü akılda tutarak yazdığı on öyküden oluşan Çaresizlik Kuyusu’nu okuduğumda aklıma bunlar doluşuyor. Her biri insan ile hayvan arasında ilişkiye dair tespitler yapan on öykü, Millet’in de gerçek hayattan arakladığı anekdotlar üzerine kurgulanmış. Onun yer yer mizahi yer yer sorgulayıcı dili, romanlarından sonra yazdığı bu ilk öykülerde de hissediliyor. Millet’in kahramanlarının hepsi sıradan insanlar değil lakin. Sharon Stone mesela öykü kahramanlarından biri. Thomas Edison bir diğeri. Noam Chomsky hatta. Ve David Hasselhoff. Durun, Madonna bile var içlerinde. Bu hem çağdaş hem de tarihi şöhretlerin gerçek hayatta başlarından geçen olayları, bir kurmaca yazarı olarak dallanıp budaklandırıyor Millet. Gerçeği, yaratıcılığı için bir sıçrama tahtası olarak kullanıyor. Bir başlangıç noktası olarak faydalandığı hikayeleri, gerçekte hissedilip hissedilmediğini bilemeyeceğimiz duygulara uzandırıyor, olan biteni çarpıtıyor, gerçeği manipüle ediyor ve edebiyatın macera dolu dünyasına taşıyor. Bunu yaparken de, okuru bazen bir öykü mü, yoksa bir dergi makalesi mi okuduğundan emin olamadığı, gerçek ile kurmaca arasında bir yerde tutuyor. 

 

Aslanlar, komodo ejderleri, güvercinler, köpekler, sirk filleri, sülünler... Her bir öykü, bir insan ile o insanın yolunun bir şekilde kesiştiği bir hayvan arasında geçiyor. Ancak Millet, söz konusu hayvanları figüran yapmıyor insan hikayelerine. Hayvanlar da insanlar kadar hikayelerin içinde yer tutuyor, gidişata yol veriyor, hatta bazen öykünün içinde ana karakter olarak belirip herkesten rol çalıyor. İnsan ve hayvan olmanın arasındaki çizginin silikleşmesine izin veriyor. Şiddet var, ölüm var bazısında bu öykülerin, ve bazısında kaçınılmaz şekilde dostluk ve yoldaşlık.

 

Öykülerin birinde, yaşam koşulları sebebiyle epey hırçın olan sirk fili Topsy, en sonunda kendisine yanan sigara yedirmeye çalışan bir adamın da olduğu üç kişiyi öldürüyor. Filin bu “suç” yüzünden idam edilmesi gerekiyor. Bir bilim adamı ve bir tüccar olarak kendi keşfettiği “doğru akım” sisteminin Tesla tarafından bulunan “alternatif akım” karşısındaki mağlubiyeti üzerine, Thomas Edison’un aklına bir fikir geliyor: Rakibi olan alternatif akımın nasıl ölümcül olduğunu kanıtlamak için fili bu yöntemle infaz etmeyi teklif ediyor. Ve günün sonunda o fil, Edison’un ruhunda kısa devreye sebep oluyor.

 

Bir başkasında New York’ta ucuz bir otel odasında güvercinlerle yaşayan Tesla’nın, bu hayvanlarla olan kıyas kabul etmeyecek aşkı var. Şöyle diyor bir yerde öyküyü anlatan temizlik görevlisi: “Yirmi küsur sene önce ölmüş bir güvercinin resmini saklıyordu Tesla. Bazen beyaz güvercin diyordu ona, bazen de beyaz kumru. Bazı dillerde ikisi için aynı kelime kullanılıyor, demişti. O benim gerçek aşkımdı, kanatlarında gri tüyler olan beyaz bir güvercin... (...) Öldüğünde de bedeninden parlak bir ışık çıkmış ve gözlerini kamaştırmıştı. İşte o an Bay Tesla kendisinin bu dünyada yapacak bir şeyinin kalmadığını anlamıştı.”

 

Çaresizlik Kuyusu, insanın, kendini diğer türlerden budalaca ayrı tutarak yüceltmeye meyilli insanın, kendi kendine kurduğu tuzaklara farklı bir yerden bakmak için güzel bir fırsat. Zavallılığımızın altını çizen öyküleriyle nefes alamadığımız şu karanlık günlerden dışarıya, hayatın unutmaya yüz tuttuğumuz özüne yani, ferah bir pencere açıyor. 

 

Kitaptan, her şeyi özetleyen bir alıntıyla bitirelim: “Ve kendisi, olup biteni anlamaya çalışan ama anlayamamanın verdiği sabırsızlık, kızgınlık ve huzursuzlukla çalıların arasında çömelmiş duran bu primattı budala olan. Primat olduğu için onları izlemişti ve primat olduğu için sonsuza dek onlardan ayrı kalacaktı.”


 


 

 

* Görsel: Uğur Altun

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.