Yazarın patronajla netameli ilişkisi edebiyat tartışmalarının tahtında uzun süre hüküm sürdü malumunuz. Postyapısalcıların yazarın ölümünü ilanına ve suçu da tahakküm edici iktidarlara yüklemesine müteakip, edebiyat cephesi de türlü manevralarla ya bu cinayetten kaçmaya yahut nefsi müdafaa çalışmalarına girişti. Özellikle 70’ler sonrası edebiyatta iktidarla girişilen bu mücadeleye sıkça rastlıyoruz. Komünist rejimlerin muhalif yazarları ise ön cepheleri tuttular hep.
Wolfgang Hilbig de bunlardan biri. 1941 doğumlu Alman şair ve romancı olan Hilbig, Sosyalist Birlik Partisi üyesi olarak Doğu Berlin’e taşındı. Ardından güçbela aldığı vizesiyle Batı Almanya’ya taşındı ve 2007’de orada vefat etti. Şiir ve romanlarıyla, birleşme sonrası Almanya’nın en önemli yazarlarından biriydi. Hakkında edinilecek ilk intiba şu: Komünist rejimin baskıları yüzünden Batı’ya yerleşen deneysel, modernist bir yazar. Ama burada kalmayalım: Türkçeye çevrilen ilk kitabı Ben’de, mezkur meseleyi ele alışı ve romanın yalnızca bununla sınırlı kalmayıp, güncel bir Sosyal Teori ders kitabındaki hemen her konu başlığına değinen uçlarının bulunması bakımından önemli. Ancak yerimiz dar sözümüz kısa olduğundan, biz burada kimlik meselesinde odaklanalım.
Gelgitlerle aşınan kimlik
Ben’in dayatmacı iktidarlar ve onların bir türlü ele avuca gelmez, kaygan ve biteviye baskıları ve zihin oyunlarıyla çözülüp dağılışı, bütünlüğünü yitirip paranoid bir hal alışı ne zamandır karşımıza çıkıyor. Hatta, Kafkaesk terimini bunun için kullanır olduk. Hilbig’in de buna itiraz edeceğini sanmam, bundan onur bile duyardı muhtemelen. Ancak has edebiyattan ödün vermeden, dilin ve biçimin imkanlarını sonuna kadar kullanıp bunu da kendini giderek açan bir kurguya yedirmek, hakikaten yetenek işi.
Bu kadar bahsedip, romanın konusu hakkında ipucu vermeden olmaz. Bir fabrika işçisi ve kendi halinde bir yazar olan başkahramanımız, -romanda Firma olarak geçse de, anlaşıldığı üzere- Doğu Almanya gizli servisi tarafından ajan olmaya ve “Sahne” namlı muhalif yazar topluluğunun arasına katılarak onlar hakkında jurnal tutmaya mecbur bırakılır. Başkahramanımızın tüm hayatı onun adına belirlenir. İşin ilginci, Firma’daki amiri de edebiyata düşkündür ve raporların içeriğinden ziyade üslubuyla ilgileniyor gibidir. Bir aşamadan sonra jurnaller ile kendi serbest yazıları –artık bu ne demekse- birbirine karışmaya başlar, sürekli değişen kod isimleri de. Tüm bu gelgitler arasında kimlik müthiş bir bozulmaya uğrar, kahramana bir yorgunluk çöker. “Kendi” dediği şeyin sürekli dışarıdan müdahalelere maruz kalması, yazarı kimliksiz, kişiliksiz bırakır. Devletin çöküşünün istiaresi olarak Ben’in çöküşü de, Demir Perde’nin yıkılışıyla birlikte okunmaya çok açık. Romanın geçtiğini anladığımız zaman dilimiyle de örtüşüyor bu durum.
Ezcümle, biz yine de Ahmet Hamdi Tanpınar’la bitirelim: “Tecrübe bir kişinin değil, bütün medeniyetindir”; haliyle Hilbig’in Ben’i de Demir Perde’nin gölgelediği tüm entelektüellerin “ben”lerini şöyle ya da böyle müşahade etmek için iyi bir fırsat.
* Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder