Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Demir Perde'nin gölgesinde



Toplam oy: 1616
Wolfgang Hilbig
Sel Yayıncılık
Wolfgang Hilbig Ben'de, neredeyse, güncel bir Sosyal Teori ders kitabındaki hemen her konu başlığına değiniyor...

Yazarın patronajla netameli ilişkisi edebiyat tartışmalarının tahtında uzun süre hüküm sürdü malumunuz. Postyapısalcıların yazarın ölümünü ilanına ve suçu da tahakküm edici iktidarlara yüklemesine müteakip, edebiyat cephesi de türlü manevralarla ya bu cinayetten kaçmaya yahut nefsi müdafaa çalışmalarına girişti. Özellikle 70’ler sonrası edebiyatta iktidarla girişilen bu mücadeleye sıkça rastlıyoruz. Komünist rejimlerin muhalif yazarları ise ön cepheleri tuttular hep.

 

Wolfgang Hilbig de bunlardan biri. 1941 doğumlu Alman şair ve romancı olan Hilbig, Sosyalist Birlik Partisi üyesi olarak Doğu Berlin’e taşındı. Ardından güçbela aldığı vizesiyle Batı Almanya’ya taşındı ve 2007’de orada vefat etti. Şiir ve romanlarıyla, birleşme sonrası Almanya’nın en önemli yazarlarından biriydi. Hakkında edinilecek ilk intiba şu: Komünist rejimin baskıları yüzünden Batı’ya yerleşen deneysel, modernist bir yazar. Ama burada kalmayalım: Türkçeye çevrilen ilk kitabı Ben’de, mezkur meseleyi ele alışı ve romanın yalnızca bununla sınırlı kalmayıp, güncel bir Sosyal Teori ders kitabındaki hemen her konu başlığına değinen uçlarının bulunması bakımından önemli. Ancak yerimiz dar sözümüz kısa olduğundan, biz burada kimlik meselesinde odaklanalım.

 

Gelgitlerle aşınan kimlik

 

Ben’in dayatmacı iktidarlar ve onların bir türlü ele avuca gelmez, kaygan ve biteviye baskıları ve zihin oyunlarıyla çözülüp dağılışı, bütünlüğünü yitirip paranoid bir hal alışı ne zamandır karşımıza çıkıyor. Hatta, Kafkaesk terimini bunun için kullanır olduk. Hilbig’in de buna itiraz edeceğini sanmam, bundan onur bile duyardı muhtemelen. Ancak has edebiyattan ödün vermeden, dilin ve biçimin imkanlarını sonuna kadar kullanıp bunu da kendini giderek açan bir kurguya yedirmek, hakikaten yetenek işi.

 

Bu kadar bahsedip, romanın konusu hakkında ipucu vermeden olmaz. Bir fabrika işçisi ve kendi halinde bir yazar olan başkahramanımız, -romanda Firma olarak geçse de, anlaşıldığı üzere- Doğu Almanya gizli servisi tarafından ajan olmaya ve “Sahne” namlı muhalif yazar topluluğunun arasına katılarak onlar hakkında jurnal tutmaya mecbur bırakılır. Başkahramanımızın tüm hayatı onun adına belirlenir. İşin ilginci, Firma’daki amiri de edebiyata düşkündür ve raporların içeriğinden ziyade üslubuyla ilgileniyor gibidir. Bir aşamadan sonra jurnaller ile kendi serbest yazıları –artık bu ne demekse- birbirine karışmaya başlar, sürekli değişen kod isimleri de. Tüm bu gelgitler arasında kimlik müthiş bir bozulmaya uğrar, kahramana bir yorgunluk çöker. “Kendi” dediği şeyin sürekli dışarıdan müdahalelere maruz kalması, yazarı kimliksiz, kişiliksiz bırakır. Devletin çöküşünün istiaresi olarak Ben’in çöküşü de, Demir Perde’nin yıkılışıyla birlikte okunmaya çok açık. Romanın geçtiğini anladığımız zaman dilimiyle de örtüşüyor bu durum.

 

Ezcümle, biz yine de Ahmet Hamdi Tanpınar’la bitirelim: “Tecrübe bir kişinin değil, bütün medeniyetindir”; haliyle Hilbig’in Ben’i de Demir Perde’nin gölgelediği tüm entelektüellerin “ben”lerini şöyle ya da böyle müşahade etmek için iyi bir fırsat.

 

 

 


 


* Görsel: Onur Atay

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.