Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dengesi bozulmuş bir İngiliz



Toplam oy: 1090
Ken Bruen
Sel Yayıncılık
Ne tür beklentiniz olursa olsun, şaşıracaksınız...

Ken Bruen, Baudelaire Paranoyası’nın girişinde amacını şöyle tanımlıyor: Dengeli bir İngiliz erkeğini (ki çoğu öyledir) dengesiz hale getirmek. Dengesini yitirmiş bir İngiliz erkeğinden tehlikeli hayvan da zor bulunur. Bruen bir muhasebeci yaratıyor kendine, karanlık sokaklara (şehrin ve insan ruhunun) salıyor, işin içine biraz da Baudelaire katıyor


Kendinden, “Doğurtmayı neredeyse unuttukları bir bebek,” diye söz eden muhasebeci kahramanı Mike Shaw ömür boyu temkinli davranmış. Hayli yavan, sıradan ve son derecede tertipli. Yılda iki kez aldığı koyu renk ceket ve pantolonları giyiyor, Brenda adlı kendi gibi bir sekreterle iki yıldır “sessiz sedasız” ilerliyorlarmış. “Yatağa girdiğimizde birbirimize sık sık teşekkür ederiz,” diyor. Artık sekssizlikten mi, İngilizlikten mi, bilemiyoruz. Belli bir akşam belli pizzacıda buluşup belli siparişi veriyorlar.


Brad diye bir çocukluk arkadaşı var, hemen belirtmeyi sevdiği gibi, eşcinsel. İngilizce öğretmeni, güvende olmaya meraklı Mike’ın tersine o risk almayı seviyor. Bir akşam barda içerlerken, yüksek sesle konuşan belalı üç tipi ikaz etmiş. Adamlar az sonra gitmiş ama Mike ile Brad çakırkeyif halde dışarı çıktıklarında, adamlar onları bekliyormuş. Mike bir taksiye atlayıp kaçmış. Brad uzun süre hastanede kalmış. Yaraları iyileşmiş, hafif bir topallama kalmış. Bu olayı Mike’ın yüzüne vurmamış.


Hayat böyle, alışılmış güzergahta seyrederken, bir akşam Mike’ın karşısına, parlak siyah saçlı, mavi gözlü, minyon bir tip çıkıyor: Laura. Kitap da onun bir cümlesiyle başlıyor zaten: “Bok gibi ağzın var.” Laura’da ahlak mefhumu yok, Mike’a göre çok seksi: “Bende üzerine çıkma isteği uyandıran bir şey vardı, sonsuza dek.” Kızın, kudretli ve zengin, aynı zamanda tehlikeli ve sevimsiz bir babası var. Bu karşılaşma Mike’ın hayatını değiştiriyor. Ama bence Mike zaten olgunlaşma noktasına gelmiş. Bir süre önce kendine malum koyu renk takım elbise yerine, aşırı ağartılmış bir Levi’s 501 kot almış. “Ütü tutar mı?” diye sormayı ihmal etmeden. Bir çift spor ayakkabı ile bir de hırpalanmış deri ceket. Gerçi sonradan “insan kot almakla değişmez,” mealinde bir azar işitecek ama, dedim ya, olmuş da düşmeyi bekliyor.

 


Öte yandan, arzusu hilafına dengesi bozulmuş İngiliz erkeği sorununu da göz ardı edemeyiz. Londra üstünde elan gölgesi hissedilen Margaret Thatcher ve onun ekonomi politikasının yol açtığı kriz, bu dengeyi büsbütün bozuyor. Zenginler tedirgin, “hakim ruh hali” paranoya, kokain tavan yapmış. 1990’lı yıllardayız. Temkinli bir muhasebeci, bu devirde böyle bir ailenin arasına düşünce ne yapsın?


Ailede ona asıl yolunu şaşırtan kişi, Laura’nın babası Harold. “Altmış beş yaşlarında, orta boylu bir adamdı. Neredeyse keldi ve gür, taranmış kaşları vardı. Kimsenin gözleri siyah değildir, ama o epey yaklaşmıştı. Gevşek bir ağzın ve beş düzgün dişin üzerinde kalkık bir burun.” Harold, sesinin Richard Burton’ın sesini andırdığının farkında. Siyah bir safari takım giymiş, Mike çok geçmeden onun bir gardırop dolusu çeşitli renklerde safari takıma sahip olduğunu düşünmeye başlayacak. Burton sesli zengin adam, sadece kendi çıkarını düşünen, herkesi kendi kalıbına oturtmaya çalışan ve ikide bir Baudelaire alıntıları yapan, cinsel dürtüleri hayli güçlü biri. Mike çok geçmeden kendini tümüyle onun kontrolü altına girmiş buluyor.


Ne olursa olsun, adam ona ne kadar itici gelirse gelsin, para ve iktidar da hükmünü gösteriyor ama. Mike, zaten başından beri sempatik bir karakter değil. Hatta inanılmaz bir hızla alışkanlıklarını, davranışlarını değiştirdiğinde daha ilginç hal aldığı söylenebilir. En azından, daha dürüst biri oluyor. Yüzlerce sayfalık kitaplar yazmayı sevmeyen Bruen, ona süratle yaşattığı değişimi çok hoş bir şekilde bağlamayı da başarmış. Hoş ve komik, zaten kitap da hayli komik bir kitap. Anlatıma çeşni katan sıradışı tamlamalar, benzetmeler, tanımlamalar ve cümleciklerle dolu. Zeki ve bilgili yazar, onunla da bizimle de oynuyor biraz. Sevimsiz karakterlerinin bile encamını merak etmemizi sağlıyor. Ayrıca, bir eleştirmenin dediği gibi, “noir”ı seçmiş, kıyılardan biraz grileştiğini görüp daha da karanlık hale getirmiş. Bruen, “hafif noir” denen şeyden nefret ettiğini vurguluyor  zaten.

 

İkinci sınıf muhasebeci


Mike’ın gardırop dolusu safari kılığı düşüncesini tiksintiyle karşılamasının kökeninde ise, babasına ilişkin anlattığı hikaye yatıyor. Uysal babası, ikinci sınıf muhasebeci olarak hiç terfi görmeden elli yaşına kadar çalışmış. Annesi sürekli başının etini yermiş. Mike onun on tane takım elbisesi olduğunu unutamıyor. Annesinin gazabının hedefi olan, tıpatıp aynı on takım. “Ben dokuz yaşındayken babam alkol yüzünden işinden olunca annem onu evden kovdu.” Babası da Waterloo İstasyonu’nun altına sığınmış. Takımlarını sırayla giymiş, kirleneni çöpe atmış, son takıma geldiğinde de kendini ekspres trenin altına bırakmış.

 


Ken Bruen bir söyleşisinde, bu hikayenin gerçek olduğunu, ama onu yaşamış kişinin kimliği ortaya çıkmasın diye biraz değiştirdiğini belirtmiş. Brixton’da yaşarken tanıdığı biri, çenesini tutmayı bilmeyen cadı bir karısı olan mazlum, kibar bir bey. Ancak o kendini otobüs altına atmış. Bruen bu hikayenin onu bugün de etkilediğini söylüyor.


Dünyanın neredeyse her kıtasında çeyrek yüzyıl İngilizce öğretmenliği yapan Ken Bruen’in Türkçeye çevrilen kitapları şöyle: Baudelaire Paranoyası dışında Londra Bulvarı, Papaz ve Ahlaksızlar. Seri kitaplarının (son ikisi, bu seriden) kahramanı Jack Taylor, ezelden kaybetmiş bir karakter olarak, yazarın ülkesi İrlanda dışında da kendine pek çok hayran buldu; özellikle ABD’de. Bruen, bu seri ile 2004’te Edgar Allan Poe ödülünü kılpayı kaçırdı (Ian Rankin aldı), ama hem o yıl hem de 2007’de Shamus Ödülü sahibi oldu.


Kitabın özgün adı Dispatcing Baudelaire, hem kitaptaki Baudelaire alıntılarına gönderme yapıyor hem de kendini şairle özdeşleştirmiş Harold’u yolcu etmek anlamına geliyor. Bu arada, yazarımızın metafizik doktorası olduğunu da belirtelim. Ne tür beklentiniz olursa olsun, şaşıracaksınız yani.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.