Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Devlet Dini ve Abdülkerim Süruş



Toplam oy: 1304
Abdülkerim Süruş
Fecr Yayınlar

Ramazan ayının gelmesiyle, yazılı ve görsel basında bildik oruç muhabbetleri, tekrardan öteye geçemeyen ve kendine ait hiçbir yaratıcı fikri olmayanların dini vecibeler üzerine sığ ve tamamıyla teknik konuşmaları yeniden alevlendi.

Suya sabuna dokunmayan, cahil güruhların günlünü okşayan, modern dünya ve onun getirdikleriyle hesaplaşmaktan kaçınan, hayati sorunlarla, güdük bir bilgi ve birkaç duayla baş etmeye çalışan realiteden uzak tartışmalar. İyi niyet ve bid-atlarlara dolu çıkınlarıyla, devletin resmi dini söylemine yaltaklanan bol âminli çok inşallahlı söylemden uzaklaşıp, eski veya yeni Diyanet işleri başkanları, gerekse bu tür konularda can simidi gibi imdada yetişen birkaç ilahiyatçı kalabalığı içinden, reklamların ve samimiyetsiz ramazan guruları arasında sıyrılıp, Türkiye’de çok az tanınan bir İslam bilgininden ve önemli bir eserinden bahsetmek istiyorum.
 
Kendisinin aldığım ilk eseri olan Maksimum Din ve Minimum Din’in ilk sayfasına 2002 şubat tarihini yazmışım. Ama bugünlerde bu kitabı tekrar okuma ve paylaşma ihtiyacı hissettim.

Abdülkerim Süruş İranlı bir filozof. Oryantalizm ve Oksidentalizmin kıskacına hapsolmadan günümüz insanın dine karşı nasıl bir bakış takınacağını, engin dini ve batini bilgileriyle sorgulayan, cesur sorular sorup ülkesinde ders verilmesi dahi yasaklanan aynı zamanda büyük bir hayran kitlesine sahip bir entelektüel. “İdeolojik bir Şablona hapsedilmiş olan tekelci dini bir yaklaşım, dini bilginin olgunlaşması ve gelişmesinin önündeki engellerden en büyüğünü teşkil eder İdeolojik İslam, bir tür gençlik İslam’ıdır.” Diyerek Müslüman ufuklarda yeni kapıları emin bir şekilde aralamıştır. Demokrasi ve insan hakları kavramlarından tağut derecesinden nefret edenlerden bunu batlılarının karanlık bir oyunu olarak etiketleyen radikal ve ılımlı İslamcılar karşın da “siyasetteki temel ölçüt ve kıstas insan hakları olmak durumundadır” diyerek insani bir temelden hareket etmenin altını çizmektedir.

Bu yazıda Süruş’un geniş külliyatı ve hem içeriye(İslam’ı algılama biçemlerine) hem de dışarıya (İslam karşısında önyargılı olanlara) objektif eleştiriler yönelten fikirlerini ele almamız mümkün değil. Ama Maksimum Din ve Minimum Din adlı kitabına biraz değinmekte fayda var. Vadi yayınları tarafından Yasin Demirkıran’ın çevirisinden altı makaleden derlenen kitapta Bir Metod Olarak Özgürlük ve Demokrasinin Kültürel Temelleri adlı iki güncel makale de mevcut.

Süruş İslam âlimlerinin dini yorumlama konusunda düştükleri en ciddi hatanın dini kaynaklarını maksimum bir bakışla el alınıp değerlendirilmesi hususunu geniş bir makaleyle ele almaktadır. Bu konuda ilginç de bir örnek vermektedir:  “Arkadaşlarının birinin yazara naklettiği surette 1970 yıllarında Hicaz’da yaygın bir şekilde veba hastalığının çıktığı ve bu yüzden hacıların temizliğe daha fazla riayet etmeleri, örneğin taharetten sonra elerini sabunla yıkamaları konusunda uyarılmışlardır.  Ancak kafilenin başındaki ruhani lider hacıların ellerini sabunla dezenfekte etmelerine izin vermemiş. Bu din adamının gerekçesi de eğer böyle bir gereklilik olsaydı bunun daha önce şeriat kitaplarında yer alacağıymış. Ama tüm şeriat kitaplarında ne sabun ne de veba hastalığı için ayrı bir önlem listesi yokmuş.”  Bu hikayeden sonra Süruş bu alimin düştüğü hatanın sağlık ile ilgili her şeyin dinde yer aldığını düşünmesinin bir teknik hatanın da ötesinde bir şey olduğunun altını çizer. Sadece sağlık değil sosyolojik, ekonomik, suç ve ceza konularında dahi böylesi bir yaklaşımın içine girmek dini bu çağ karşısında güdük bireyi de eli kolu bağlı bir ucube haline getireceğine dikkat çeker. Bu dini referansları maksimum olarak ele almaktır. Bu anlayış sakattır:  çünkü dinden bütün zamanlarda ihtiyaç duyulan tüm vecibelerin yazılı olmasını beklemektir ki, bu da mümkün değildir. Örneğin ekonominin bu kadar ilerlediği banka ve tekellerin son haddine vardığı bir çağda İslam buna karşı nasıl bir davranış şekli geliştirecektir. (Bu soru C. Afgani’den, A.Şeriati’ye; S.Hüseyin Nasır’dan Said’i Nursi’ye kadar birçok değerli İslam alimi tarafından sorulmuş, sorgulanmıştır şüphesiz.) Her şey zaten dinde var deyip modern yaşamı dışlayıp köşesine mi çekilecektir (Maksimum anlayış) yoksa Süruş’un önerdiği gibi temel kavramalardan hareket edip İslami bilginin aynı sıra modern epistemolojiden faydalanıp ve daha yaşanılır çözümler mi üretecektir. Sırf bu tavrı yüzünden reformist olarak damgalanıp hatta bazıları tarafından dinden çıkmış diyerek öfke yol açmış olan Süruş daha da ileri giderek Kuran hükümleri üzerine ciddi bir tartışma daha başlatmıştır.

Türkiye’de ekranları kapan birçok uzman abdestin kırılacağı hususlardan, tırnağını kesme adabını sorgulayıp(!)  dinin ve dindarın çelişkilerini  unutup susa sabuna dokunmaya dursunlar. Böylesi bir inanış Müslüman ya da başka bir dindara ne kazandıracağı ortada. Bu konuların artık bu acayip bilgi kirliliğinden uzak, daha derin daha felsefik bir temelde ele alınmasını ummak hayalcilik mi olur bilemiyorum. Yalnız şunun iyice farkındayız ki neyi niçin yaptığını bilemeyen bireyin zaman içinde bir robottan farkının kalmayıp, otoritenin iktidar güçleri elinde oyuncağa dönüşüp demokrasiyi de dini de lafta konuşup bir şey üretemeyeceği gerçeği.

Surüş ve onun gibi ufuk açan soru sorduran aydınların yerine pop din adamlarının bu ülkede çok tutulmasına şaşırmamak lazım. İlmihal bilgisi ve tek merkezden dini kontrol etmekten başka bir işe yaramayan laiklerin(!)  çok sevdiği kurumlardan Diyanet İşleri Kurumu’nun olduğu tuhaf bir ülke Türkiye. Gün geçtikçe muktedirlerin dar bir çembere çekip tüm felsefi ve sosyoloji alt yapısını kırpıp, aman kimse yoldan sapmasın diye bol bol itaat beklediği tekelci, tutucu, ezber dini anlayışa Süruş gibileri tabi ki zararlıdır sistemin gözünde.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.