Sadece Tahir M. Ceylan’ın yazılarının yayımlandığı gün Cumhuriyet alan, ‘Cumhuriyet okuru’ olmayan bir kesim var. Yazardan dolayı gazete almak, gazete değiştirmek “gazete” denen matbuatın “haber”le ilgisini sorgulayan bir mevhumdur ki zamanımıza ait bir şey de pek değildir. “Bağlanma”nın epeyce erozyona uğradığı asri zaman sonrasında, yazar için sevinçli bir şey olsa gerek bağlılıkla takip ediliyor olmak.
‘Aylak Fikirler’ Tahir M. Ceylan’ın Cumhuriyet BilimTeknik’te ‘Aylak Bilgi’ köşesinde son üç yılda yayımlanan yazılarından derlenen beşinci kitap.
Yazıların temel izleği, insan dediğimiz ‘tür’ün (‘Homo sapiens’) ‘ne olduğu’nu bilimin verileriyle ‘açıklarken’, felsefi kavramsallaştırmayla da (ağırlıklı olarak farklı filozofların ‘ontolojilerini’ devreye sokarak) ‘anlamaya’ çalışmak. Açıkçası bu çaba ne kadar değerli olursa olsun, asıl mühim olan bu bakış açısının ‘günümüzün insanı’nı anlamaya yönelmesi. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, 21 Yüzyıl insanı kimdir?
Bu sorunun basit bir yanıtı olmadığının Tahir M. Ceylan da farkında. O yüzden bakışı da zaten bir prizmanın arkasından; insanın gerçekliğinin farklı yanlarına farklı disiplinleri devreye sokarak yakınlaşma çabası.
“İnsan her üç ayda diürnallikten (diürnal canlı: alacakaranlık canlısı) çıkıp noktürnal (noktürnal canlı: gece canlısı) hale gelir; uykusu kaçar, gece gözünü kırpmadan oturur, olmaz düşünceler aklına gelir ve o, hasta diye doktora getirilir, halbuki insan hücreden dokuya, organdan vücuda ezelden ebede dönemseldir. (…) İnsan sabah saatlerinde belli bir aktivite gösterip, sonra bunu gün boyu azaltarak, karanlık bastığında pasif hale gelmesi gereken bir canlıdır” (‘Alacakaranlık Canlısı’) derken bilimin verilerinden yararlanıyor ama aynı zamanda insan doğasına aykırı yaşam temposunun da eleştirisini yapıyor: Varoluş krizimizin kökeni doğamızdan uzaklaşmış olmamızdır.
Biyolojik ritmimizi bozuyor
Bu hızlı yaşam temposu, biyolojik ritmimizi bozduğu kadar kimi duygulanımları da adım adım hayatımızdan çıkarıyor. Hüzün gibi yavaşlatıcı duygulara hakikiliğiyle yer kalmıyor hayatımızda. Ancak, ‘imge olarak hüzün’ varlığını koruyabiliyor, o da nostalji sektörünün pazarlamasına terk edilmiş biçimde. Oysa, “Hüzün, her duygudan farklı olarak, girdiği insana kendini özümseterek duyurmaktan başka öznenin hiçbir çabasına ve duygusuna izin vermemesi nedeniyle üstün bir duygudur ve kendine sadıktır.” (‘Hüzün Yok Oldu’)
Hüznün yavaş yavaş ‘hızlı hayatımız’dan çıkması gibi idealler, ideallerin sahiplenicisi insanlar da modası geçmiş giysiler muamelesi görmeye başlıyor. Psikolojinin terimleriyle konuşursak ‘bir savunma mekanizması olarak yüceltme’ de artık bireylerin kendilerini tedavi ediş yolu olarak ‘kullanım süresi geçmiş’ ürünlere benziyor. Toplum gittikçe patolojik mekanizmalarla benliğini korumaya çalışan bireylerle varlığını sürdürür hale geliyor. Bunun anlamıysa büyük ‘arsız çocuklar’ ve onların ‘yıkımları’: “Toplum, erken dönem sorunlarını yüceltemeyen insanlarca yıkılırsa, patolojilerini yüceltebilen insanlarca da onarılır.” (‘Arsızlık Anne Suçudur’)
Peki, ‘yüceltme’nin kullanılabilmesi için kökensel olarak neye ihtiyaç duyuyoruz? ‘Sağlıklı’ olmak için aşılması gereken evre nedir? “Yüceltme olması için, annenin çocuğun bebeklikteki taleplerini doyurucu biçimde karşılaması, sonra da bunları çocuklukta tedricen geri çevirmesi gerekir. İlkinde doyuruculuk, sonrakinde seçicilik gösterilmediği zaman, kişiliğe kaide oluşturacak temel yapı kurulmamış olur.” (‘Arsızlık Anne Suçudur’)
Temel yapı kurulamayınca ‘sabit’ kişilikler de oluşamıyor. Çağın değişimini belirleyen tüm başka faktörlerle (globalizasyon, dijital teknolojilerin belirleyiciliği, toplumsal aidiyetlerin çözülmesi…) birlikte kişilik ‘oynaklaşmaya’ başlıyor: “Oynak kişilikler erken yaşta hile yapabiliyor, başkasının aklının nasıl çalıştığını hemen kavrıyor (theory of mind), kendi düşüncesinin akışını geriden geriye izleyebiliyor (reflective capacity), saldırganlıkta çok rahat davranıyor ve onu hüzünle dengelemiyor, bağlanıyor ama ayıklanmıyor (insanın bağlılığının gücü, bağlanılan uğruna kendinden ayıkladığı özne, nesne ve ihtimale denktir), kendi acısını hemen gidermeye bakıyor (tahammül etmeye tahammül etmeme zayıflığı) ve başkasının acısına özellikle kör duruyor.” (‘Oynak Kişilik’)
Kendine oynayan, kendinden veremeyen, kendinden üretemeyen, kendisi için ‘oynak kişilik’, bağlanmayan ama ‘bağlantıları’ da koparmayan zamanın egemen tipolojisi. Zamanın ‘birey’ tasavvuruna uygun olarak ‘özne’ niteliği epeyce aşınmış. ‘Hakikat’ yaratabilme ve kendisiyle ilgili olan bilgiyi işleyebilme kapasitesi sınırlı. Kendinin halihazırdaki değerleriyle ilgili, gelecekte ulaşacağıyla değil. Bu haliyle ‘nesne’l bir niteliğe sahip: “Benlik (self) dediğimiz şeyin bir özne, bir de nesne biçimi var. Nesne benlik, kültür gibi sabit belirleyicilerin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Nesne benliğin özgürlüğü kısıtlı, yapma/yaratma gücü, belirlendiği şeklin dışında davranma kapasitesi ve etkinliği düşük, nesne benlik, bir tasavvur (concept), bir şema olarak var sadece. Halbuki özne benlik bir şuurdur, tabiatın/toplumun ürünü olmayı aşmış, farkındalığın sonucudur, şemaların toplamı değil, şuurlu durumların tamamıdır. İnsanın değerindeki düşüş, nesne benliğin özne benliği yaratacak itici güçten yoksun kalmasındandır. Bugün toplum, özne olamamış yığınla nesne benliğin işgali altındadır.” (‘Benliğin Öznel ve Nesnel Şekilleri’)
Peki ‘kötü’ müdür bu işgalciler? Madem ki bir zorunluluğun (‘kültür’) sonucu olarak ortaya çıkıyor nesnel benlik, olsa olsa kendi konumumuza, tavrımıza göre bir etik yargıda bulunuyoruz: “Aslında iyi ve kötü, gerçekte iyi ya da kötü değildir, bize öyle görünmektedir. Aynen maddenin 25.000 titreştiğinde ses, 400.000 titreştiğinde ısı, 700.000 titreştiğinde ışık olması gibi. İnsan da darbeyi içinde bir sindirince iyi, üç sindirince ‘peygamber’, sindiremeyip de başkasına iki darbe vurunca kötü, dört vurunca cani olur. Tüm bu yaşam, tek bir şeyin sonsuz derecede çeşitlenmesinden başka bir şey değildir.” (‘Minumum Kötülük Gereklidir’)
Ama yine de “Sadece iyilik, tekrar eden iyilik, insanı mazeretsiz ve geride suç atacak birisini bırakmadan yenilgiye uğratır. Basitçe iyi insan olmak bu dünyada kıskanılacak tek büyük değerdir çünkü.” (‘İyi İnsan Ağlatır’). Çünkü iyi insan için hakikat yoktur, o hakikati yaratır.
İnsanın evrendeki yerini ve var olma biçimini anlama çabası olarak fikrin aylak haline, ‘Aylak Fikirler’e ihtiyaç var.
Tahir M. Ceylan'ın, bu çok değerli yazarımızın hemen her yazdığını 11 yıldır yutarcasına ve defalarca okumuş ve ürettiği her yapıtını (roman, şiir, deneme) hazine gibi saklamış bir 'tutkun' okur olarak, sayın C. Alkan'ın bu yazısını nasıl kaçırdığıma, nasıl bu kadar geç kaldığıma şaştım; hayıflandım...Aklınıza, ruhunuza sağlık sayın Alkan, teşekkür ederim.
Yeni yorum gönder