Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Gerçek bir klasik



Toplam oy: 1160
James M. Cain // Çev. Barbaros Uzunköprü
Alakarga
"Hard-boiled" tarzının polisiyedeki ilk önemli örneklerinden biri olan Çifte Tazminat, bir kez daha -bu kez gerçek adıyla- Türkçede.

Çok yıllar önceydi; televizyonda filmini izlemiştim. Billy Wilder’ın yönettiği 1944 yapımı filmde “femme fatale” rolüyle Barbara Stanwyck’in ve başrolde oynamamasına rağmen Edward G. Robinson’ın performansları muhteşemdi. Hikayesi çarpıcı olmakla birlikte çok da şaşırtıcı değildi benim için. Bunun neden böyle olduğunun farkına bir süre sonra varacaktım; “hard-boiled” tarzının polisiyedeki ilk önemli örneklerinden biri olan Çifte Tazminat çığır açmış, pek çok yazar ve yönetmene esin kaynağı olmuş, çok sayıda taklidi üretilmiş bir romandı.

Türkçeye ilk çevrisi Eser Tutel tarafından 1957 yılında Ölüm Bizi Kovalıyor adıyla yapılan ve Türkiye Yayınevi tarafından yayımlanan Çifte Tazminat’a, 1962’deki ikinci çevirisinde Arzunun Ücreti ismi uygun bulunmuştu. Ceylan Yayınları’nın hazırladığı bu kitabın çevirmeni ise Oğuz Alplaçin, namıdiğer Hayalet Oğuz’du... James M. Cain’in kaleme aldığı bu efsanevi roman yıllar sonra bir kez daha -bu kez gerçek adıyla- Türkçede.

Başyapıtı Postacı Kapıyı İki Kere Çalar -özellikle sinema uyarlamaları sayesinde- öylesine geniş kitlelerce tanınmıştır ki, James M. Cain bu kitabın gölgesinde kalmış, ismini eseriyle hatırlayan izleyici/okuyucu sayısı azalmıştır. Oysa Cain, Amerikan modern suç edebiyatının çığır açıcı yazarlarından birisidir. İrlandalı Katolik bir ailenin çocuğuydu. Önceleri, opera şarkıcısı olan annesi gibi şarkıcılığa hevesliydi. Ancak sesinin yeterli olmadığı anlaşılınca yazarlıkta karar kıldı. 1914 yılından başlayarak bir süre gazetecilik yaptı. 1934 yılında Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ın kazandığı büyük başarının verdiği güvenle bütünüyle yazmaya yöneldi.

Oldukça üretken olan yazarın yirmi kitabının yanı sıra, biri sahnelenmeyen dört tiyatro oyunu ve filme alınmış dört senaryosu var. Romanlarının sayısız filme ilham kaynağı olduğunu da söyleyelim. Bunlar arasından üçü Postacı Kapıyı İki Defa Çalar (1934), Çifte Tazminat (1936) ve Mildred Pierce (1941), diğerlerini gölgede bırakacak kadar öne çıkar.

 

 

 

Ölümcül arzular


Kısadır Cain’in romanları; hikayeleri ise şaşırtacak kadar basittir. Mesela Çifte Tazminat... Cain’in karakteristiğini eksiksiz yansıtan bu romanda bir adam ve bir kadının ölümcül arzularını gerçekleştirmek için giriştikleri bir cinayet anlatılır. Tam da günümüz medyasının üçüncü sayfa haberlerine konu olacak türden bir hikaye...

Yıl 1934, yer California. Büyük bir sigorta şirketinde çalışan Walter, zengin bir adamı araç sigortasını yenilemesi için ikna etmek üzere evinde ziyaret eder. Kader ağlarını örmeye başlamış olmalı ki, karşısına Bay Nirdlinger’in karısı Phyllis çıkar; güzel, “giysisinin altından belli olan kıvrımlar bir erkeği fazlasıyla tahrik etmeye yetecek” bir kadındır o. Masum bir ifadeyle sorduğu soru ise, Walter’ı ayak uçlarından saç diplerine kadar ürpertecektir: “Kaza sigortası da yapıyor musunuz?”

Sigorta sektöründeki deneyimi sayesinde, kadının kocasına hayat sigortası yaptırma isteğinin altında yatan gerçek anlamı kesinlikle anlamıştır. Oradan bir an önce çıkıp gitmek, başına çorap örülmeden bu aileye ilişkin belgelerin tümünü yırtıp atmak gerektiğinin farkındadır. Ancak gidemez, ökseye yakalanmıştır. Genç kadının uyandırdığı şehvetin ve hissesine düşen paranın çekimine kapılan Walter, sigorta şirketlerinden para alabilmek için çevrilen dolapların ince noktalarını da bildiği için, tıkır tıkır işleyecek soğukkanlı ve şeytani bir cinayet planı hazırlar. Plana göre, Phyllis'in kocası sigortalanacaktır ve şirket onay verdikten sonra bir tren kazasında hayatını kaybedecektir. Üstelik Walter'ın ustaca kurduğu bu plan yolunda giderse, kocası öldükten sonra sigorta şirketi Phyllis'e bir değil, iki tazminat ödeyecektir.

 

 

İçimizdeki şeytan


Maddi çıkarlar ve tensel arzuların insanın içindeki şeytanı ortaya çıkarması “hard-boiled” türünün olmazsa olmaz özelliklerindendir. Diğer özellikler arasında ise endişe, korku, dehşet ve şiddet duygularının açığa vurulması, olayların okuyucuya birinci elden anlatılması, kahramanın anti-kahramana dönüştürülmesi ve işin içinde erkeği baştan çıkaran bir kadının parmağı bulunması vardır. Ve hepsinden önemlisi romanın atmosferidir. Saydığım özelliklerin öznelliği dikkatinizi çekmiştir. Gerçekten de “hard-boiled” denen tür, “pulp fiction” ile “kara roman” arasında, muğlak sınırlarda salınıp durur. “Hard-boiled” terimi haşlanan yumurtanın içinin sertleşmesinden gelir. Dedektif ya da kahraman, karşılaştığı şiddet ve ahlaksızlık sonucu duygusal ve düşünsel olarak “kaynamaya” başlar, içindeki yumuşaklık katılaşır. Kahraman kinik/sert bir hal alır. Kinizm ya da acı alay az önce sözünü ettiğim atmosferin en temel elementidir.

"Hard-boiled" türü polisiyelerde dünyevi adaletin tecelli etmesi beklenmez. Aslında suçlularla masumları ayıran sınır şeffatır. Sıradan bir ev kadınının, iş güç sahibi bir adamın, bir polisin, bir yargıcın sınırın öte tarafına geçmesi an meselesidir. Hiç kimse ahlaken diğerlerinden daha iyi olarak görünmez, herkes toplumsal yozlaşmadan nasibini yeterince almıştır. ABD'de yaşanan 1929 bunalımının ardından doğan bu yeni polisiye tarzının kötümser havası, aslında toplumsal bir gerçeğe denk düşmesi nedeniyle, o dönemdeki bütün edebi türler içerisinde, belki de en eleştirel olanıdır.

Tarzın başlangıcı 1930’larda ürün veren Carroll John Daly’ye kadar uzatılmakla birlikte, geliştiren ve tanınmasını sağlayan yazarlar Dashiell Hammett, James M. Cain ve Raymond Chandler olmuştur. "Hard-boiled"ın bu yazarlar dışındaki önemli isimlerini de anmadan geçmeyelim: James Hadley Chase, Peter Cheyney, Bill Ballinger, Mickey Spillane, Chester Himes, Jean Bruce, Robert Bloch, John Burke, Donald Hamilton, James Mayo, James Munro, Hammond Innes, Ed Lacy, Jim Thompson, James Ellroy...

Aşkın yerini cinsel tutkuların, sadakatin yerini ihanetin aldığı ve mutlu sonlara hiç rastlanmayan "hard-boiled" türünün yaratıcılarından olan James M. Cain’in kötümser bakış açısı bütün romanlarına sinmiştir. Herkesin bir gün yaşamını değiştirecek bir fırsat yakalayabileceği üzerine kurulu "Amerikan rüyası" inancına yönelmiş alaycı tutum, tam da bu türe özgü bir kinizmin sonucudur. Caine için trajik son kaçınılmazdır.

 

 

 

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.