Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hah: Dünyanın hal-i pürmelali



Toplam oy: 1380
Birgül Oğuz
Metis Yayınları
Kitabın kapağında ‘öykü’ yazıyor. Ama bu kitaba parçalı bir novella, bütün kısımları birbirine uzun bir şiir gibi bağlanan bir şiir-roman da demek mümkün.

Birgül Oğuz’un Hah’ı bir yası mevzubahis ediniyor. Ama bu bir yas günlüğü değil. Bir ağıt da değil. Yasla hem kişisel hem de toplumsal bünyedeki yaralarla baş etme çabasının ürünü. Yasa deva bulmak değil mesele, o yasla yüzleşmek ve üzerine gitmek.

 

 

 

Kitapta Baba’nın ölümünün ardından tutulan yas, insan denilen varlığın hal-i pür melaline, ölüm ve hayatın manasına dair bir tefekküre vesile oluyor. Ama burada sadece metafiziksel bir varoluş sorgusu değil, yakın Türkiye tarihine dair öfkeli bir sosyopolitik sondaj da söz konusu. Anlatıcı ses, hem şahsi hem de gayri şahsi geçmişine bir anlam vermeye ve ona ifade gücü bırakmayanlara kendi dilini kurarak meydan okumaya girişiyor. Bu bir yas ve acı hikayesi olduğu kadar bir reddiye ve cüret hikayesi de. Bu reddiyeyi kurmak için Birgül Oğuz dili politik bir araç olarak kullanıyor. Dünya düzeninin dayattığı dil kalıplarını parçalayarak, dili kendi bilincini düzenleyen bir efendi değil, kendi bilincinin kıvrımlarını takip eden bir köleye dönüştürerek varlığını ve dilini kuruyor, denebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

Her şeyden çok dille, üslupla meşgul bir kitap bu. Bu açıdan bana, “dil benim roman kahramanım,” diyen Latife Tekin’i hatırlattı. Ama Birgül Oğuz’un üslubunu tek bir referansa bağlamak mümkün değil. Tanpınar’ın katman katman yayılan engin ve ihtişamlı üslubu da, mesela Beckett’in kekeme, parçalı dili de burada yerini buluyor. Birgül Oğuz, en şahane örneğini Oğuz Atay’da gördüğümüz üslup ve tür karmaşasına benzer bir dil cangılı kuruyor.  Yas’ını tuttuğu ve karşı durmaya cüret etmek istediği resmi dile karşı açtığı savaşta, kendine yakın bulduklarının dilinden, edebiyatçılardan, kutsal metinlerden, şarkılardan, marşlardan oluşma bir dil çetesiden yardım alıyor. Bu çetede İsmet Özel de var, T. S. Eliot da, Bilge Karasu da var Virgina Woolf da. Ve işin güzel yanı, bu küçük kitaba dahil edilen bu devasa edebi çemberin metne gerçekten yedirilmiş olması, bir böbürlenme, bir metinler-arasılık gösterisi gibi durmuyor bu referanslar. Önce yazarın bünyesine işlemiş de sonra metne doğal bir şekilde sirayet etmiş gibi.

 

 

 

 

Kitabın kapağında ‘öykü’ yazıyor. Ama bu kitaba parçalı bir novella, bütün kısımları birbirine uzun bir şiir gibi bağlanan bir şiir-roman da demek mümkün. Üç bölümden oluşan kitap önce yas halini, sonra bu yasın malzemesini, sonra da bu yastan çıkma, bu yası daimi kılan dünya halinden çıkış ihtimalini anlatıyor. Üç bölümün isimleri birleşince de zaten bu süreci anlatan bir cümle oluşturuyor: “'Tuz Ruhun' 'Dan' 'Su Ruhuna'”. Yani bu dağınık, dağıldıkça dağılan kitabın aslında özenle kurulmuş bir mimarisi var.

 

 

 

 

İlk bölümde, bir cenaze evi üzerinden dünyanın ahı ve vahı sergilenirken, tuz ruhunun o malum yakıcılığı, parçalayıcılığı ve aslında yapaylığı teşhir ediliyor. “Bunca ah ve vah, her biri başka bir duayla kıpırdanan bunca dudak,” diye dünyanın acısına bakan anlatıcı sonra da diyor ki, “Bir dilim olsa bas bas diyeceğim: Savulun! Bu nasıl çember, daralıyor.” İşte burada, bir ferahlama ve çıkış ünlemi olan hah’a ve dile duyulan ihtiyaç devreye giriyor. Bir hah desek, boğuntudan kurtulup feraha varsak. Ama bu hah kolay gelmeyecek, önce ah ve vahın içinden geçmek, bunların hakkını vermek gerekecek.   

 

 

 

 

Sonra ah ve vahların kökenine doğru bir gidişat başlıyor. Malum 12 Eylül darbesinin feci izleri. “Ben de Cumhuriyet Gazetesi'nin üzerine doğdum. Sene bindokuzyüzeylül.” Bu gazetenin kara puntolarının izinin korkunç bir leke gibi yapıştığı bir hayata doğmuş bir 12 Eylül darbesi malulü olan anlatıcı, her şeyin kendisinden önce olup bittiğini ve çok güzel bir “ihtimal”in yok edildiğini anlatıyor. Mesela, Özal’ın “İcraatın İçinden” programında sunulan o pişkin ilerleme, büyüme, gelişme yalanlarının ne büyük felaketler üzerine inşa edildiğini teşhir ediyor. Devrim düşü kuranların nasıl parça parça edildiğini. Bunlar arasında anlatıcının babası da var. Buradaki yas hem o babanın hem de “o eski küçük haklı günler”in yası.

 

 

 

 

 

İkinci bölümde, “Dan”da heyecanlı ve tutkulu göstericilerin darbenin şiddetine maruz kalışının travması dili de parçalıyor, şöyle: “derken (…) bazı yumruklar atıldı ve tmzleyeğz hepniz ded bkışlar kanl knli tbncalı br adm v dört bir ucndan tutştu kalbalık ki k ki o ne tutşma”.  “Burası zıvanaa” diye bağırıyor bir yerde anlatıcı babasına, hadi çıkalım buradan.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İşte bu çıkış olasılığı, bu hah anı, son bölümün işi. “Değ” adlı hikayede dünyaya değen anlatıcı, Kafkaesk bir “cenaze belgeleri” trafiğinde, bir insan ve dosya boğuntusunda yolunu bulmaya çalışıyor. “Saat, evrak, ölüm.” Bu üç maddeyle debelenirken, saate karşı yarışıp, bürokrasi üzerinden bir ölümü kayda geçirmeye çalışırken, hem hayatı hem de ölümü manasızlaştıran moderniteyi delik deşik ediyor. “Hayat saçmasapandı. Saçma tüfeği vardı,” diyor. Hah anına yaklaşamadığı yerlerde, Oğuz Atay’ın Hikmet Benol’unun meşhum ha-ha’larının kara ironisine sığınmaya çalışıyor. Ama bu “ödünç” kahkaha onun kahkahası değil, anlatıcı da bunu kabulleniyor. O hala büyük bir trajedinin büyük çıkışlar getirebileceği, bir hah anının dünyayı aydınlatabileceği ihtimalini takip ediyor.

 

 

 

 

Bu yüzden de bir sonraki “An” adlı hikayede bir temas anını anlatabiliyor. Bu temas anı, uygarlığın dili ve hissiyatından doğanın ritmine, belki de Oğuz Atay ironisinden Tanpınar ciddiyetine geçişle mümkün oluyor. Küçük bir doğa temasının yol açacağı engin bir huzur ihtimali. Bitki gibi, hayvan gibi, bir su zerreciği gibi dünyanın ve evrenin parçası olmak, o sarmalayıcılığı hissetmek. Ada vapurunda ilerlerken dalgaların köpürüşünün onu ele geçirdiğini hisseden Ru’ya, o hah anına bir an için ulaşıyor. “Dünyayla arasında uzundur gerili duran, ses tat doku geçirmez dokunun yırtıldığını” hissediyor. Bu cümlede Tanpınar’ı duymamak mümkün değil. Ama bu hah anı, yerini bir ah’a bırakıyor. Daha doğrusu bir iç çekişe, ahh ahh diye bir sese. Bütün detayların bir “vaadi ve çağrısı”nın olduğu günlere dair bir ahh çekişe. Yine Tanpınar.

 

 

 

 

“Çık” adlı son hikaye de, son bir çıkış olasılığını zorluyor. “Nisan en zalim aydır, gövertir,” diyen Eliot’ın açık hissine, Poe’nun “Kuzgun”unun gölgesi düşüyor, dil iyice parçalanıyor. Ama acizleşen bir parçalanma değil bu, anlam şemalarının dışına taşan ve dünyaya meydan okuyan bir dağılma: “Ve yapışırız dile dolaşırız bir dünya lekesi olarak okunaksız...”  Oğuz Atay’ın Hikmet Benol’u onca ironisine rağmen dünyadan çıkışı intiharda bulmuştu; Birgül Oğuz’un anlatıcısı ise kendi dilini iyice kesifleştirip, bulanıklaştırıp olağan anlamın dışına taşmayı tercih ediyor. Yani steril suları bulandıran bir dil, çıkışa işaret ediyor.

 

 

 

Bu esaslı ve yoğun kitap edebiyatın asıl malzemesinin vaka değil dil olduğunu bilenlerde kesinlikle bir “hah” hissi yaratacaktır. Hah, buldum o güzel kitabı hissi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Manşette kullanılan görsel buradan alınmıştır.)

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.