İnsanoğlu hikaye anlatmaktan vazgeçemiyor. Bu bir gelenek; geçmişten bugüne ve değişen biçimiyle tüm hayatımızı kaplayan bir eylem aynı zamanda...
Dünyanın hikayesi, bir yandan yeryüzünde yaşayanların sayısı kadar çok öyküyü barındırıyor içinde. Tam da bu yüzden güçlü ve dikkat çekici. Rana Dasgupta, zengin arka planını, bir başka deyişle kültürel birikimini de işin içine katıp günümüz hikaye anlatıcılığında yeni sayfalar açan bir yazar. Önceki romanı Solo’da buna tanık olmuştuk.
Solo, Dasgupta’nın bizi münzevi Ulrich’le buluşturduğu ve akla hayale gelmeyecek ayrıntılarla kurduğu bir romandı. Bulgaristan’ın ve bir bakıma Balkanların tarihi olan kitapta yazar, imparatorluktan komünizme ve oradan yeni dünya düzenine kadar genişleyen bir hikayeyle karşımızdaydı. Tokyo Uçuşu İptal ise hikayelerin sayısını on üçe çıkarıyor.
HESAPLANABİLİRLİĞİN KABUĞU KIRILIRKEN
Hava şartları yüzünden Tokyo yerine başka bir şehre inmek zorunda kalan uçağın yolcularından on üçü, otellere yerleştirilen diğer yolcuların aksine, havaalanında kalır. Birbirini tanımayan bu insanlar, hem de kapalı bir alanda, saatlerce yüz yüze bakmak zorundadır. Böylesine bir ortamda en iyi şeyin hikaye anlatmak olduğunu kararlaştıran ve Dasgupta’nın isimlerini vermediği bu on üç kişi, aklına gelenleri sırayla döküp saçar. Tümü, neşeli masallardan öte hayatın tam ortasından hikayelerle burun buruna gelir.
Havaalanındaki bir yana, uçağın indiği şehre de karmaşa hâkimdir. Kentte düzenlenen fuar nedeniyle otellerde yer yoktur, üstelik kırk bin gösterici ve onları püskürtmekle görevli polis gücü apayrı bir mevzudur. Yani, havaalanının dışı da içi de sinir harbinden hallicedir. Otele yerleştirilemeyen on üç kişinin ise konuşacak az şeyi, anlatacak epey hikayesi vardır. “Sessiz sessiz oturacak kadar birbirini tanımayan” bu grup, umulmadık sonlarla örülü hikayelerin peşine düşmeye tam da o nedenle koyulur.
Dasgupta, deyim yerindeyse havaalanında kısılıp kalanların “uydurduklarını” bir oyun gibi kurguluyor. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan ve gerçekleri atlamayan bu alışveriş, gülüşmeler ve tedirgin bakışlar arasında her geçen dakika derinleşiyor.
Programlanmış hayatların aksine, on üç kişinin ağzından çıkan her cümle ve hepsinden önemlisi, içinde bulundukları durum, hesaplanabilirliğin kabuğunun nasıl çatlayabileceğini hatırlatıyor. Zamanın ve şartların zapturapt altına aldığı on üç kişi, bu kısıtlamanın üstesinden gelmek adına sözcüklere sığınıyor; ilginç bir deneyim.
Havaalanını illüzyon olarak görenler, Dasgupta’nın isimsiz kahramanlarının anlattığı hikayelerde de kendilerine yer buluyor. Aslında bu on üç kişinin hali de illüzyondan farksız. Buna bir de kısa süreli zorunlu ikameti eklediğimizde olay, sıkı bir türbülansı aratacak noktalara varıyor. Yaşananlar, bir zaman diliminden başka bir zaman dilimine doğru dalgalanan bir sarsıntıya dönüşüyor.
Bazı bazı duyulan sesler, ayrıntılar ve kısa aralar havaalanından kopmamızı engelliyor. Anlatılanlar haricinde, alttan alta yürüyen bu hikaye, Dasgupta’nın okuru diri tutma çabası şeklinde değerlendirilebilir. Ama zaten on üç kişi de gerçeklerden farklı bir yöne gitmiyor. Sadece zamanı doldurmak ve suskunluğa teslim olmamak için uğraşıyor. Her biri, karşısındakilerle beraber bizi muhtelif mekanlara götürüyor, her an karşılaşabileceğimiz insanların prototipleriyle yüzleştiriyor. Araya karışan ve hissesi bize kalmış kıssalar ise tüm bu olan bitenin tadı tuzu.
“KADER” BİRLİKTELİĞİ
Dasgupta’nın, anlattıklarında eğlenceli yönler bulunduğu gibi hayatın tacizine uğrayanların öyküleri de var. Bu anlamda gerçeklerle herhangi bir kopukluk olmadığını söyleyebiliriz. Buradaki “sorun,” masalların on üç kişinin anlattıklarıyla iç içe geçmesi. Böylece alışılandan sert ayrıntılar, beklenenden daha yumuşak hikayeler beliriyor. Bu da Dasgupta’nın başarısı.
Birbirinden bağımsız ve havaalanında hapsolmuş on üç kişinin sırayla anlattığı öykülerden oluşan kitabı roman haline getiren şey tam da o başarı aslında. Yani Dasgupta’nın, o gruptan biri gibi karıştığı metni bir hal yoluna sokması.
Mecburen bir arada bulunan on üç kişinin, iki uçuş arasında geçirdiği o gece, başlı başına tuhaf. Birbirini tanımayan ama hikayelerle yakınlaşan bu insanlar aynı zamanda kurguladıklarıyla hem kendilerinin hem de kahramanlarının karanlık noktalarına dokunuyor. Onlardaki bir tür “kader” birlikteliği. Belki de ortaklaşa bir rüya.
Romandaki kişileri isimsizleştiren Dasgupta, bir bütünleşmeye, farklı yerlerden gelip yine adı belirsiz havaalanında hikayeler anlatarak bir arada bulunmaya ve uyanık kalmaya atıf yapıyor. Bütün imkanlara sahip, dünyanın dört bir yanına rahatlıkla gidip gelebilen insanlar, beri yandan hayatlarını çözümlemeye ve yeryüzündeki akışı kavramaya uğraşıyor. Burada ince bir durum var: Gerçekliğin kısıtlayıcılığı ve ondan doğan hayal gücünün sınırsızlığı arasındaki geçişkenlik. Dasgupta, Tokyo Uçuşu İptal’de konuyu böyle anlatıp “olan bitene bir de buradan bakın” diyor.
* Görsel: Dilem Serbest
Yeni yorum gönder