Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Havaalanında tuhaf bir gece



Toplam oy: 921
Rana Dasgupta // Çev. Deniz Keskin
Metis
Tokyo Uçuşu İptal, Tokyo yerine başka bir şehre inmek zorunda kalan uçağın on üç yolcusu üzerinden gerçekliğin kısıtlayıcılığı ile ondan doğan hayal gücünün sınırsızlığı arasındaki geçişkenliğe bakıyor.

İnsanoğlu hikaye anlatmaktan vazgeçemiyor. Bu bir gelenek; geçmişten bugüne ve değişen biçimiyle tüm hayatımızı kaplayan bir eylem aynı zamanda...

 

Dünyanın hikayesi, bir yandan yeryüzünde yaşayanların sayısı kadar çok öyküyü barındırıyor içinde. Tam da bu yüzden güçlü ve dikkat çekici. Rana Dasgupta, zengin arka planını, bir başka deyişle kültürel birikimini de işin içine katıp günümüz hikaye anlatıcılığında yeni sayfalar açan bir yazar. Önceki romanı Solo’da buna tanık olmuştuk.

 

Solo, Dasgupta’nın bizi münzevi Ulrich’le buluşturduğu ve akla hayale gelmeyecek ayrıntılarla kurduğu bir romandı. Bulgaristan’ın ve bir bakıma Balkanların tarihi olan kitapta yazar, imparatorluktan komünizme ve oradan yeni dünya düzenine kadar genişleyen bir hikayeyle karşımızdaydı. Tokyo Uçuşu İptal ise hikayelerin sayısını on üçe çıkarıyor. 

 

HESAPLANABİLİRLİĞİN KABUĞU KIRILIRKEN



 

Hava şartları yüzünden Tokyo yerine başka bir şehre inmek zorunda kalan uçağın yolcularından on üçü, otellere yerleştirilen diğer yolcuların aksine, havaalanında kalır. Birbirini tanımayan bu insanlar, hem de kapalı bir alanda, saatlerce yüz yüze bakmak zorundadır. Böylesine bir ortamda en iyi şeyin hikaye anlatmak olduğunu kararlaştıran ve Dasgupta’nın isimlerini vermediği bu on üç kişi, aklına gelenleri sırayla döküp saçar. Tümü, neşeli masallardan öte hayatın tam ortasından hikayelerle burun buruna gelir.

 

Havaalanındaki bir yana, uçağın indiği şehre de karmaşa hâkimdir. Kentte düzenlenen fuar nedeniyle otellerde yer yoktur, üstelik kırk bin gösterici ve onları püskürtmekle görevli polis gücü apayrı bir mevzudur. Yani, havaalanının dışı da içi de sinir harbinden hallicedir. Otele yerleştirilemeyen on üç kişinin ise konuşacak az şeyi, anlatacak epey hikayesi vardır. “Sessiz sessiz oturacak kadar birbirini tanımayan” bu grup, umulmadık sonlarla örülü hikayelerin peşine düşmeye tam da o nedenle koyulur.

 

Dasgupta, deyim yerindeyse havaalanında kısılıp kalanların “uydurduklarını” bir oyun gibi kurguluyor. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan ve gerçekleri atlamayan bu alışveriş, gülüşmeler ve tedirgin bakışlar arasında her geçen dakika derinleşiyor.

 

Programlanmış hayatların aksine, on üç kişinin ağzından çıkan her cümle ve hepsinden önemlisi, içinde bulundukları durum, hesaplanabilirliğin kabuğunun nasıl çatlayabileceğini hatırlatıyor. Zamanın ve şartların zapturapt altına aldığı on üç kişi, bu kısıtlamanın üstesinden gelmek adına sözcüklere sığınıyor; ilginç bir deneyim.

 

Havaalanını illüzyon olarak görenler, Dasgupta’nın isimsiz kahramanlarının anlattığı hikayelerde de kendilerine yer buluyor. Aslında bu on üç kişinin hali de illüzyondan farksız. Buna bir de kısa süreli zorunlu ikameti eklediğimizde olay, sıkı bir türbülansı aratacak noktalara varıyor. Yaşananlar, bir zaman diliminden başka bir zaman dilimine doğru dalgalanan bir sarsıntıya dönüşüyor.

 

Bazı bazı duyulan sesler, ayrıntılar ve kısa aralar havaalanından kopmamızı engelliyor. Anlatılanlar haricinde, alttan alta yürüyen bu hikaye, Dasgupta’nın okuru diri tutma çabası şeklinde değerlendirilebilir. Ama zaten on üç kişi de gerçeklerden farklı bir yöne gitmiyor. Sadece zamanı doldurmak ve suskunluğa teslim olmamak için uğraşıyor. Her biri, karşısındakilerle beraber bizi muhtelif mekanlara götürüyor, her an karşılaşabileceğimiz insanların prototipleriyle yüzleştiriyor. Araya karışan ve hissesi bize kalmış kıssalar ise tüm bu olan bitenin tadı tuzu. 

 

“KADER” BİRLİKTELİĞİ


Dasgupta’nın, anlattıklarında eğlenceli yönler bulunduğu gibi hayatın tacizine uğrayanların öyküleri de var. Bu anlamda gerçeklerle herhangi bir kopukluk olmadığını söyleyebiliriz. Buradaki “sorun,” masalların on üç kişinin anlattıklarıyla iç içe geçmesi. Böylece alışılandan sert ayrıntılar, beklenenden daha yumuşak hikayeler beliriyor. Bu da Dasgupta’nın başarısı.

 

Birbirinden bağımsız ve havaalanında hapsolmuş on üç kişinin sırayla anlattığı öykülerden oluşan kitabı roman haline getiren şey tam da o başarı aslında. Yani Dasgupta’nın, o gruptan biri gibi karıştığı metni bir hal yoluna sokması.

 

Mecburen bir arada bulunan on üç kişinin, iki uçuş arasında geçirdiği o gece, başlı başına tuhaf. Birbirini tanımayan ama hikayelerle yakınlaşan bu insanlar aynı zamanda kurguladıklarıyla hem kendilerinin hem de kahramanlarının karanlık noktalarına dokunuyor. Onlardaki bir tür “kader” birlikteliği. Belki de ortaklaşa bir rüya.

 

Romandaki kişileri isimsizleştiren Dasgupta, bir bütünleşmeye, farklı yerlerden gelip yine adı belirsiz havaalanında hikayeler anlatarak bir arada bulunmaya ve uyanık kalmaya atıf yapıyor. Bütün imkanlara sahip, dünyanın dört bir yanına rahatlıkla gidip gelebilen insanlar, beri yandan hayatlarını çözümlemeye ve yeryüzündeki akışı kavramaya uğraşıyor. Burada ince bir durum var: Gerçekliğin kısıtlayıcılığı ve ondan doğan hayal gücünün sınırsızlığı arasındaki geçişkenlik. Dasgupta, Tokyo Uçuşu İptal’de konuyu böyle anlatıp “olan bitene bir de buradan bakın” diyor.

 


 

* Görsel: Dilem Serbest

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.