Yazarlığının yanı sıra müzisyen kimliği ile de tanınan Avusturyalı Constantin Göttfert 1979 doğumlu. Viyana Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiş. 2006 yılında yayımlanan Holzung adlı hikaye kitabıyla Alman edebiyat çevrelerinin dikkatini çeken Göttfert, kariyerini In dieser Wildnis (2010) adlı hikaye kitabı, Satus Katze (2011) ve Steiner’in Hikâyesi (2014) adlı romanlarıyla sürdürdü.
Göttfert, hikaye kitaplarında ve ilk romanında rahatsız edici konuları işlemişti. Steiner’in Hikayesi’nde de benzer bir arayışın içinde. Köklerini arayan bir kadının hikayesini anlatıyor; geçmişle ve bugünle yakıcı bir hesaplaşmaya girişiyor. Suçluluk, sürgün, acı ve ihanet hakkında sürükleyici bir roman...
2010 yılında başlıyor roman; Martin ve Ina, genç, evli, birbirini seven bir çift. Viyana’daki üniversite eğitimleri sırasında tanışmışlar, evlenmişler. Onları birbirlerine ilk yakınlaştıran Avusturya ile Slovakya’nın kesiştiği Morava bölgesinden gelmeleri olmuş. Martin, vilayet başkentinin yakınlarında büyümüş; Ina ise birkaç kilometre uzaklıktaki Limbach köyünden. Ne var ki Ina’nın ailesi ne Slovak ne de Avusturyalı. Onların soyu -varlığını bugün pek az kimsenin bildiği- Karpat Almanlarından geliyor. Özellikle Ina’nın çok sevdiği dedesi Steiner, soy konusunda çok tutucu. Steiner için Limbach, yıkılan bir umut, bir özlem, bir acı anlamına geliyor. Ama Martin ilk başta bunun nedenini kavrayamıyor. Yüzleşme, Steiner’in ölümünden sonra başlıyor. Çünkü Ina doğan bebeği ile birlikte Martin’i terk ediyor, üstelik terk etmekle de kalmıyor, ortadan kayboluyor. Martin ise karısının bir hikaye aradığını anlıyor; büyükbabası hakkında bir hikaye bu. Ina’yı bulabilmek için onun da bu hikayeye katılması gerekiyor...
Karısının izini sürerken ister istemez Karpat Almanları ile ilgili malumatlar edinen Martin, tarih kitaplarında hiç söz edilmeyen gerçeklerle karşılaşır. Artık Ina’nın köyünü ziyaret vakti gelmiştir. Slovakya’ya doğru zorlu yolculuktan sonra Limbach’a varan Martin, Steiner’in geçmişini ve Ina’nın aradığı hikayenin iç yüzünü kavrayacaktır: “Steiner ve oğlu bu hikayeyi anlatmıyor ve bu yüzden bu hikaye gittikçe daha çok eşinizin içine işliyor. Eşinizin sesinde, bu hikaye var, hiç bilmediği bu hikaye. Ölümcül hikaye, hayal kırıklığı, ölümcül hayal kırıklığı. O soruyor ama ona hiçbir şey anlatılmıyor: Utançtan...”
Constantin Göttfert, işte bu utançtan anlatılamayan hikayenin, hikayelerin peşinde. Sadece savaş yılları ile de sınırlı kalmıyor; o zamandan günümüze kadar uzanan zaman diliminde pek çok utanç verici an yakalıyor. Kuşkusuz yüzleşmek, yüzleştirmek, en azından farkındalık yaratmak için....
Aramızdaki nehir
Bir zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü topraklarda kurulan irili ufaklı devletlerin bireylere ve topluma karşı acımasızlığını işlerken -kadınıyla erkeğiyle- sivil halkın suç ortaklığını da ihmal etmemiş Göttfert. Martin’in hatıralarından örnekleyelim: “Bilmeden, eski bir toplama kampında oynamıştım çocukken. İkinci Dünya Savaşı sırasında buradaki Macar ve Fransız Yahudileri civardaki çiftliklerin çiftçi kadınları tarafından zorla çalıştırılmak üzere Morava bölgesinin tarlalarına sürüklenmişlerdi.”
Ne var ki modern Avusturya tarihine kaydedilmemiş bu acılar, yüzleşilmemiş, hatta resmi tarih tarafından hasıraltı edilmiş: “Ina’nın tarih dersi sekiz yıl içinde asla İkinci Dünya Savaşı’na ulaşmamıştı. Dördüncü sınıfın sömestri sonunda İmparator Franz Joseph’in ölümü tesadüf gibi -büyük tatilden sonra neolitik çağdaki insanların yerleşimleri ile yeniden başlayan- tarih dersinin sonunu da işaret etmişti. İmparatorun ölümü, hükümdarlığın sonu ile tarihin sonuna gelindiğine inanılabilirdi. Utandırıcı bir şekilde Avusturya faşizminin ve İkinci Dünya Savaşı bölümünün tümü çıkarılmıştı.”
Böyle bir yaklaşımın sonucunda Avusturya’da faşist zihniyet hâlâ canlıdır. Değişen “öteki”nin kimliğidir, Yahudilerin yerini Avusturya’nın doğusundan gelen yabancılar almıştır. Martin’i asıl rahatsız eden bu zihniyetin bulvar gazetelerinde fütürsuz biçimde sergilenmesidir: “Suç işleme eğilimi göçünün bir krokisi Avusturya’nın komşu ülkelerini gösteriyordu. Daha doğrusu komşu ülkeleri değil, üzeri koyu gri çizgilerle çizilmiş ve ayrı ayrı ülkelere bile sınıflandırılmamış olarak Yaban’ı gösteriyordu. Tek, büyük, karanlık bir Doğu’ydu orası, ülkeyi istila eden istilacıların -kalın oklarla sembolize edilmiş- çıktığı yerdi. Hepsi Mora, Raab, Morava ve Thaya nehirleri üzerinden ülkemize hücum ediyordu.”
Avusturyalıların geçmişi ters yüz etme gayretleri, kendilerini tehdit eden bir yaban ve oradan gelen tehlikeli yabancılar icat etmeleri bizim için de çok alışılageldik bir devlet ve toplum refleksi. Oysa asıl tehditi oluşturan yoksullar değil, onları yağmalayacak güce sahip uluslar. Martin bu gerçeği de çok çıplak biçimde dile getiriyor: “Doğu o zamanlar yine ansızın akıllara düşmüştü. Onlarca yıl hiçbir şey yokmuş gibi görünen yerlerde ülkeler vardı. İçinde evler, araziler, tren yolları, elektrik santrali, su çıkarma ve dağıtma tesisi ve hatta bazı caddelerin dahi satılığa çıkarıldığı dev bir süpermarket vardı. Kocaman bir ordu ucuz, hatta en ucuz işgücü, aynı zamanda fethedilecek yeni piyasalar ve üretim sahaları.” Ve daha da kötüsü; “Demir Perde’nin yıkılışından sonra Doğu Avrupa’yı sadece genelev ve alışveriş merkezi olarak algılamışlar ve oraya sadece bu iki sebepten dolayı gitmişlerdi.”
Alıntılardan da anlaşılacağı üzere Constantin Göttfert, faşizme destek olan kendi devletlerini ve toplumlarını eleştiren Robert Musil ve Thomas Bernhard gibi yazarların izinden gidiyor. Anlatım tarzı açısındansa Kafka’nın etkisinden söz edebiliriz. Özellikle Martin’in karısı Ina’yı aradığı, çok yaklaştığı halde bir türlü yakın temas sağlayamadığı, ironik anlatımla birlikte hikayenin absürd bir hal aldığı bölümlerde Kafka’nın Şato’suna gönderme yapıldığını söylemek mümkün.
Temasal zenginliği, çok katlı okumalara izin veren yapısı, ironik anlatımı ile Steiner’in Hikâyesi, bu yıl içinde okuduğum en iyi romanlar arasına giriyor.
*Görsel: Burak Dak
Yeni yorum gönder