Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Haydar Bey'i nasıl bilirdik?



Toplam oy: 844
Altay Öktem
Esen Kitap
Altay Öktem, okura bir cinayeti çözmeye çalışan savcı değil, bir ruh halini anlamaya çalışan psikolog vasfını yüklüyor. Romanın başarısı da burada gizli.

Altay Öktem oldukça üretken bir yazar. Hemen hemen edebiyatın her alanında eserleri var: Roman, öykü, şiir, deneme, çocuk edebiyatı. Kendisini tüm bu türler içinde daha çok, 1990’da Yaşar Nabi Nayır, 2000’de Cemal Süreya şiir ödülüne değer görülen şairliği ile tanıyoruz. Fakat yazar, bu kez yeniden bir romanla karşımızda: Esen Kitap tarafından yayımlanan O Adam Babamdı.      

 

Roman, sıklıkla karşılaştığımızın aksine, kurgunun içine doğrudan dahil olan bir önsöz ile açılıyor. Bu önsöz, kahramanımızın Bursa seyahatinden döndüğünün ertesi günü işyeri telefonunun, yazarın ifadesiyle, “acı acı” çalmasıyla başlıyor. Bu “acı acı” ikilemesinin ilk cümlede karşımıza çıkması önemli, çünkü içerisinde, romanın devamında nasıl bir atmosferin bizi beklediğine dair bir ipucu barındırıyor. Kahramanımız çalan telefonu açıyor ve bir ölüm haberiyle karşı karşıya kalıyor. Ölen kişi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatmakta olan Haydar Bey. Buradaki “bey” hitabını da şimdilik özellikle aklımızda tutalım, ilerleyen bölümlerde dönmemiz gerekecek.

 

“İsimsiz” kahramanımız bu haberi alınca hastaneye gidiyor ve cenaze işlerini hallediyor. Haydar Bey, biri kahramanımız, iki kişi tarafından kılınan cenaze namazının ardından, defnediliyor. Bu noktada bir gizemle karşı karşıyayız: Neden iki kişi? Bu durumu çözecek ipuçlarını, elinde Haydar Bey’den arta kalanların olduğu siyah poşetle yürümekte olan kahramanımızdan yavaş yavaş almaya başlıyoruz:

 

“Haydar Bey’in hayatında, şimdiye dek karanlıkta kalan, hâlâ bilinmeyen birçok nokta vardı. Yalnızca benim bildiğim, muhtemelen biraz sonra sizin de öğreneceğiniz birçok karanlık nokta! Bunların bir kısmını dönemin gazete arşivlerinden, bir kısmını da kendisiyle, herkesten habersiz yaptığım, her biri saatler süren dört uzun görüşmede bana anlattıklarından öğrenmiştim. Anneme bu görüşmelerden ve araştırmalarımdan asla söz etmedim.” 

 

Artık Haydar Bey’in, kahramanımızın ve ailesinin hayatında önemli bir yer kapladığını anlamış bulunuyoruz. Fakat, aralarında ne derece bir yakınlık bulunduğunu hâlâ öğrenebilmiş değiliz. Kahramanımız bu konuda, bizi fazla uğraştırmıyor, - zaten kitabın ismi de Haydar Bey’in kim olduğu konusunda fazla zorlanmamıza izin vermiyor,-  Haydar Bey’in kimliğini açıklıyor: “Allahım, inanmak istemiyorum ama o adam, o adam benim babamdı!” 

 

Bu noktadan sonra romanın birinci tekil anlatıcısı Haydar Bey oluyor. Daha doğrusu, amiyane tabirle oğlu sahneyi babasına bırakıyor. Geçmişe dönerek, çoğu zaman kendi ağzından, onu tanımaya başlıyoruz. Haydar Bey katip olarak çalışmaktadır. Bir gün kovulduğunu öğrenir. Üzüntülüdür, evine gider. Bir kediye sahiptir. Buraya kadar yaşananlara ve anlatılanlara bakılırsa mülayim bir insandır. Fakat, eski işyerini ziyarete gittiğinde içindeki canavarı serbest bırakır. Bu ziyaret sırasında cebinde, çocukların futbol oynarken kırdıkları ev camının ufak bir parçası da vardır. Bu cam parçacığıyla önce eski patronunun boynunu bir çırpıda keserek onu öldürür, sonra kendisi yerine işe başlayan çalışanı –Katibe Hanım’ı- rehin alır ve evine götürür. Ufak bir cam parçası aynı anda hem çocuksu bir masumiyeti, hem de aniden canavarlaşabilen bir yetişkini temsil etmektedir. Haydar Bey, bir nevi bu cam parçasının romandaki görünümüne benzer. Bazen kibar ve naiftir; bazen kötü ve katil. Aynı bedendedirler fakat, camın kötü ve katil yanı, diğer yanı sürekli görünmez kılar, sekteler. Cinayetler de devam eder;  Manifaturacı Hamdi, top oynayan çocuk... Haydar Bey gayet soğukkanlıdır, ilk cinayetinin ardından bile vicdan azabı çekmez. Cinayeti konu eden diğer romanlarla kıyaslayınca, yazar, Haydar Bey’in bu yönüyle bir bakıma okura bir cinayeti çözmeye çalışan savcı değil, bir ruh halini anlamaya çalışan psikolog vasfını yüklemeye çalışıyor, diyebiliriz. 

 

Bu arada önsöz anlatıcımız, Haydar Bey “artık” oğlu olduğunu bilmese de, babasıyla konuşmak için sık sık hastaneye gidip gelmektedir. Bu "ziyaret"ler sıklaştıkça, "Bey” ifadesinin niçin kullanıldığı sorusuna verilebilecek cevaplar da yerli yerine oturuyor. “Bey” kabullenmemeyi, yabancılaşmayı, dışlamayı, kendini ondan bir parça olarak görmemeyi imliyor. Kelimenin soğuk tınısı, baba ve oğul arasında yaşanan çatışmayı tüm katmanlarıyla birebir yansıtıyor.

 

Ayrıca, Türkçe edebiyatta buna benzer baba – oğul çatışmaları sıklıkla karşımıza çıkıyor. Roman Haydar Bey ve oğlunun bu çatışmasına yeni bir yerden, farklı bir bakış açısıyla mı bakıyor, hayır. Dediğimiz gibi, romanın başarısı, sahip olduğu bakış açısından değil, okuru metin karşısında alıştığımızdan farklı bir şekilde konumlandırmaya çalışmasından kaynaklanıyor.

 

 


 

 

* Görsel: Selçuk Ören

 

 


 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.