Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her aşk hikayesi bir hayalet hikayesidir: David Foster Wallace'ın hayatı



Toplam oy: 1378
Ned Beauman büyük bir romancıyı ve bir kuşağın bilgesini anıyor.

David Foster Wallace’ın ilk biyografisi Amerika’da 30 Ağustos günü yayımlandı. Biyografinin sahibi D. T. Max, bir The New Yorker yazarı. Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser’in yazarı Dave Eggers’ın “İyi araştırılmış, büyük yakınlık uyandıran ve okuması çok acı verici bir kitap. Bu hikayeyi D. T. Max gibi yetenekli ve sorumluluk sahibi biri anlattığı için şükran duymalıyız,” dediği kitabı, yakında Domingo tarafından yayımlanacak olan ikinci romanı Işınlanma Kazası Booker Ödülü’ne aday gösterilen Ned Beauman, Guardian gazetesi için değerlendirdi:


 

David Foster Wallace, 2004 yılında New York Times için bir Borges biyografisini değerlendirirken, konuya “dilsel bir sanat eserini, onun yaratılışını çevreleyen kişisel ve/veya psikolojik koşulları bilmediğimiz sürece doğru şekilde yorumlayamayacağımız... fikri” açısından yaklaştı. Borges kadar iyi bir yazar sözkonusu olduğunda “Öyküler onları harekete geçiren olguları o kadar aşar ki biyografi olguları, en derin ve en birebir şekliyle, alakasız olur,” dedi. Foster Wallace bir yazarın eserini ele alıp onun gerçek olaylarla örtüştüğü yerleri saptamakla ilgilenmiyordu. Tam da bu nedenle, bu yazıdan birkaç yıl önce kendi biyografisini yazmak zorunda kalmak onun için daha da hayalkırıcı olmuş olmalı. İlk öykü derlemesi olan Tuhaf Saçlı Kız’la ilgili hukuki kaygılar, onu Viking Penguin’in avukatlarına 17 sayfalık bir memorandum yazıp bütün öykülerin hemen her ayrıntısının orijinal kaynaklarını açıklamaya mecbur bırakmıştı – DT Max’ın ifadesiyle, “tersine bir yazar” olmuştu. Bu iş dayanılmaz bir işti – hayatının tam bir hikayesinin bundan daha eğlenceli olacağını da sanmıyordu. Şöyle bir pastiş yapmıştı bir ara: “ ‘Dave kütüphanenin sigara içilen kısmında oturdu, dalgın dalgın sigaradan bir nefes çekip bir sonraki satırı düşünmeye çalıştı.’ Kim bunu okumak ister?”

 

 

 

 

 

İsteyenlerimiz var, ama birçok kez burada asıl yorumlamayı öğrenmeyi umut ettiğimiz şey Wallace’ın “söz sanatı” değil, onun ölümüdür. Wallace’ın edebiyatı karatahtaya kendi altmetinlerini yazmaya eğilimlidir, ama 2008’deki intiharı, kültür açısından onun hiçbir dış güzelliği olmayan icatlarından biriydi sadece. Wallace bir keresinde “edebiyat bildiğin insan olmayı öğrenmekten başka şey değildir.” Onun genç okurları bildiğin insan olmak için, onun çağdaşı olan diğer romancılardan çok ona bakarlar. Onun edebiyatını okumamış binlerce kişi onun ünlü Kenyon Üniversitesi diploma konuşmasını ya okumuş ya da dinlemiştir. “Bu SU” adlı 23 dakikalık konuşmayı bir arkadaşım koluna dövme yaptırtmak istiyor. Oysa bize bildiğin insan olmayı öğretmesi gereken adam aynı zamanda yaşamın yaşamaya değer olmadığı sonucuna varmış olan adam. Wallace’ın yakın dostu Jonathan Franzen, geçen yıl yazdığı bir denemede “Herhalde David sıkıntıdan ölmüştü,” diye yazdığı zaman işleri daha da karmaşık hale getirdi – oysa ölümünden sonra yayımlanan romanı Solgun Kral’da Wallace bize sıkıntıyı kucaklamayı söylüyordu açıkça. “Mutluluk – hayatta olma, bilinçli olma gibi bir nimet karşısında an be an duyulan neşe ve minnettarlık – işte boğucu, boğucu sıkıntının öte yanında bu duruyor.” Eğer Franzen haklıysa, o zaman aslında, Wallace için mutluluk öte yanda duran şey değildi kesinlikle.

 

 

 

İşte bu yüzden Wallace’ın Borges biyografisi hakkındaki şikayeti bu Wallace biyografisi için geçerli olamaz: insanlar Ficciones’in yazarının kimliğini merak etmemiş olabilir, ama Sonsuz Jest’in yazarını çok merak ediyorlar. Wallace’ın kendisini bir kuşağın bilgesi gibi sunmaya kalkışmadığı doğru. Ama, kendi kendine yardım etme kitaplarına ve İsimsiz Alkolikler’e düşkün olan biri olarak, başka birinin önerisinden ya da örneğinden kendi hayatınızı en iyi şekilde yaşamak için belli ve açık seçik bir şeyler öğrenebileceğimiz fikrine, postmodern entellerin birçoğundan çok daha yakındı. O yüzden onu kaybetmiş olan okurlarının Wallace’ın son eyleminin - Edouard Levé’nin intihar etmeden az önce yazdığı gibi – “söylediği en önemli şey” olmadığı konusunda biraz güvenceye ihtiyacı var.

 

 

 

 

Max, sade ama hamarat, düşünceli ve ilginç biyografisinde bize bu güvenceyi belli bir ölçüde veriyor. Wallace’ın karısı Karen Green’le birlikte hoşnut ve en azından kesintisiz bir şekilde üretken bir hayat sürdüğünü, sonhra anti-depresanları bırakmaya karar verdiğini kabul ediyor. Ama Max ayrıca Wallace’ın, onun o sıcak yazar sesinden varsayabileceğimiz (Dave Eggers’ın ifadesiyle) “konuşkan ve zeki amca”dan çok daha karanlık bir karakter olduğunu gösteriyor. Burada çarpıcı bir ayrıntı, Wallace’ın bir ara, delice aşık olduğu şair Mary Karr’ın kocasını öldürmek için bir silah almaya kalkışmış olması. Wallace’ın kadınlarla ilişkileri, genel olarak oldukça kirliydi. İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler’in o işgüzar çapkınlarının yazarlarına çok şey borçlu olduğunu bir an bile düşünmemiştim, ama Wallace bir ara Franzen’e yeryüzündeki tek amacının “penisimi mümkün olduğu kadar çok vajinaya sokmak” olduğunu açık seçik söylemiş. Wallace ağırbaşlılığının kalelerini 20 yıl boyunca koruduğu halde, bu hikayede ikinci bir bağımlılık gibi görünen şeyi bir kez bile ele almamış olmasını ironik bulmak haklı olur mu? Max bu kararı bize bırakıyor, ama eser ve “onu harekete geçiren olgular” arasındaki örtüşmeler, ikisi hakkındaki fikrimizi derinleştiriyor kesinlikle.

 

 

 

 

 

Onun kişisel yaşamı hakkında ne düşünürseniz düşünün, bu kitabı Wallace’ın bir yazar olarak adanmışlığına ve kararlılığına engin bir saygı duymadan kapatamazsınız. Wallace’ın edebiyatına genellikle yorucu denir. Ama günümüz romancıları için, bence iki misli yorucudur. Sadece onun kitaplarını okumak ve yeniden okumak gibi neşeli ama çok şey bekleyen bir görev yok, aynı zamanda, Wallace’ın biçim açısından getirdiği muhteşem gelişmeleri ve yayılmaları özümsemeyi umut etme şansımız olup olmadığını anlamak gibi bir görev var. Yani Wallace’ı çalışırken görmek, onu edebiyatın amaçları ve olasılıklarıyla ilgili kendi sorularıyla böyle içtenlikle boğuşurken görmek, büyük bir nimet.

 

 

 

Bu biyografinin en büyük sorunu, bir gün yayımlanmasını umut ettiğim yazışmalar derlemesi kitabının bir reklamı gibi durması belki de. Max’in belirttiği gibi, ele aldığı kişi, “edebiyatın son büyük mektup yazarı olmuş olabilir” ve elbette, bu kitaptaki her cümlenin yerine Wallace’ın bir cümlesini okumayı istemek, kesinlikle Max’ın yeteneklerinin küçümsenmesi değil. Wallace’ın editörü Michael Pietsch’e Sonsuz Jest’te neden dipnot kullandığını açıklamak için yazdığı harika bir mektubu kısaltmak için Max üç nokta kullandığı zaman, insanın içinde, ona, daha bitmemiş bir tabağı almaya kalkışan bir garsona çıkışır gibi çıkışmak arzusu uyanıyor. Bu açıdan, Her Aşk hikayesi Bir Hayalet Hikayesidir (Every Love Story Is a Ghost Story) adlı biyografi tatmin edici olmaktan çok kışkırtıcı. Ama bu karmaşık ve sıra dışı adam hakkındaki bütün kitaplar için aynı şey sözkonusu.

 

 

Çeviren: Sabri Gürses

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.