Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kayıtsızlık çağı



Toplam oy: 1207
Milan Kundera // Çev. Ayça Sezen
Can Yayınları
Bazı eleştirmenlerin post-scriptum ya da bir roman özeti olarak ele aldığı Kayıtsızlık Şenliği'ni bir arada tutan şey, farklı değinmelerdeki kayıtsızlık incelemesi.

Milan Kundera 1990’lardan beri ikinci vatanı kabul ettiği Fransa’da yaşıyor ve Fransızca yazıyor; ancak sanki Fransız okurdan intikam almak ister gibi, yazdıklarının bu dilde yayımlanmasına geç izin veriyor. Bilmemek romanı önce İspanya ve Türkiye’de yayımlanmış, ancak üç sene sonra Fransızca orijinali piyasaya çıkmıştı. Son romanı Kayıtsızlık Şenliği için de aynı şey oldu; kitap önce İtalyancaya çevrildi ve 2013’te yayımlandı, bir sene sonra Fransızca okuruna ulaştı. Yazarın neden böyle yaptığı üzerine çok yorumlar yapıldı. Ben “intikam” diyerek elbette şaka yapıyorum ama bu şakanın altında bir nebze doğruluk payı da var. 

 

Fransız basınının bir kısmı Kundera’yı günümüzün en büyük Fransız yazarı ilan ederken, daha büyük bir kısmı, yıpratıcı eleştirileriyle Fransızcasının yetersizliğinden söz ederek onu dışlıyor. Birkaç yıl önce bir eleştirmenin, “Çok iyi bir Çek yazar, sıradan bir Fransız yazara dönüştü,” sözleri ise büyük tartışma yaratmıştı. Bence sadece günümüzün en iyi Fransız yazarı değil, şu anda yaşayan dünyadaki en iyi birkaç yazardan biri Milan Kundera. Zaten onun sorunu dilsel değil, düşünsel. Bunu anlamamak, onun eserlerinin uzağına düşürür okuru. 

 

Romanların başlıkları ayrı bir önemlidir Kundera’da. Seksen beş yaşını geride bırakan yazar, son romanı Kayıtsızlık Şenliği’nde de başlığında kullandığı kayıtsızlığı ana motif yapar. Hem de bunu öylesine belirgin bir şekilde yapar ki, sanki çağımızı anlatıyordur; bugünün en belirleyici –ve aynı zamanda yok edici– unsurunu yakalamıştır. (Kitabın özgün başlığındaki Fransızca “l’insignifiance” kayıtsızlıktan çok anlamsızlık olarak kullanılır fakat Türkçe kayıtsızlık olarak çevirmek çok yerinde olmuş çünkü romanda anlatılan anlam yitimi değil, değer yitimi. Ayrıca kayıtsızlık sözcüğündeki öznellik romana daha uyuyor. Kundera dünyanın anlam yitirmesine değil, insanların anlamı yorumlama niteliğini kaybetmesine ilgi çekiyor.)

 

 

Duyarsız bir nesil

 

 

Romanı okurken “kayıtsızlık” dendiğinde aklıma ne geliyor diye düşünmeye başladım ve hemen lisedeki bazı sınıf arkadaşlarım geldi gözümün önüne. Bizim sınıfta birkaç tane vardı bu tiplerden; ne politik ne de can sıkıcı konulara meraklıydılar. Herkesin onlarda imrendiği şey kayıtsız duruşlarıydı. Sanki söylenenleri dinlemezlerdi. Sözcükler ötelerine düşerdi, akılları başka yerdeydi ama buranın neresi olduğunu bilmezdik. Ulaşılmaz görünmek, havalı olmanın bir parçasıydı. Şimdi düşününce onları en iyi kayıtsızlık sözcüğünün tanımladığını fark ediyorum. 

 

Kundera da bu tip bir kayıtsızlıktan söz ediyor, insanlığın çektiği acılara karşı duyarsız bir nesil anlatıyor. Romanın ilk bölümünde orta yaşın üzerinde bir adam Paris’te parkta dolaşırken etrafta çok sayıda göbekleri açıkta bırakan giysilerle dolaşan genç kadınlar görünce şu soruyu sorar: “kadının cazibesini, vücudun ortasında, göbek deliğinde gören bir erkeğin (ya da bir dönemin) erotizmi nasıl tanımlanır?” Başka çağlarda kadının cazibesi memelerinde ya da kalçalarında görülmüştür, bunların ne anlama geldiğini söyledikten sonra gelir bu ilginç soru. Ancak soruyu, romanın son bölümünde yanıtlar Kundera. Kadının göbek deliğinin erotizmini, kadını kimliksizleştirme olarak algılanabileceğini söyler. Kalçalar, memeler her kadında farklı iken, bu farkları ortadan kaldırma olarak görülebilir kadının cazibe merkezini göbek deliği olarak görmek çünkü göbek deliği her kadında aynıdır. Kadının farklılığını ortaya koymaz. İşte bu da bir kayıtsızlık örneğidir. 

 

Bu noktada biraz durup Kundera’nın geliştirdiği bu konuya başka bir açıdan bakalım. Yaşlanan erkeğin kadının cazibesine kayıtsızlığı mıdır yazarın sözünü ettiği? Kayıtsızlık Şenliği’nin kahramanları orta yaşını geçmiş dört erkektir. Zamanında çapkınlıklarıyla kendilerini tanımlamışlardır, şimdi ise yaşlılıkla birlikte kayıtsızlık esir alır onları. Bu noktadan yola çıkarak acaba yazar, kadının cazibesini yitirmesini yaşlanan erkeğin arzularını yitirmesi ile mi açıklar? Yoksa daha da genel bakarak, yaşlılığın bir çeşit kayıtsızlık getirdiğini mi anlatmak istiyordur? 

 

Kayıtsızlık Şenliği’ni bazı eleştirmenler post-scriptum ya da bir roman özeti olarak ele almışlar, çünkü eserde belli bir konu ya da kurgusal yapı yok ama bütün anlatıyı bir arada tutan şey farklı değinmelerdeki kayıtsızlık incelemesi. Sonuçta kadını özgür kılan şey kayıtsızlıktır. Örneğin kadın kahraman La Franck’ın kayıtsızlığı erkeklere karşıdır. Çok sevdiği eşini kaybetmek onu diğer erkeklerin ilgisine karşı kayıtsız kılar. Öte yandan Alain, kendisinden çok genç, yirmi yaşında bir kadınla birliktedir; birbirlerinin dünyasına yabancı iki insanın ilişkisini anlatır Kundera bununla. İki monologdan oluşan bir ilişkidir yaşadıkları. Bir diğer kayıtsızlık tanımını Alain’in annesinin anlatıldığı satırlarda buluruz. Yeni doğurduğu çocuğunu terk edip ABD’ye yerleşen ve sadece oğlu on yaşındayken gören anne ile konu yine göbek deliğine gelir çünkü anne ile çocuğun bağlantısıdır göbek. Çocukta doğumun bıraktığı izdir. Kayıtsızlık kadını erkeklerden koparabildiği gibi, çocuğun sorumluluğundan da kurtarır. 

 

Dünyayı ciddiye almamak

 

Şimdi gelelim romanın ana konusuna. Kitabı okumamış olanlar için “spoiler” olabilir ama yazının bu noktasına kadar okumuş olanlar zaten bu sonuca çoktan ulaşmıştır. Bir karakter, “Tek hissettiğim yorgunluk ve bıkkınlık,” diye bir açıklama yaptıktan sonra Kundera bu yorgunluğu çağımıza yayar. Günümüzde insan dünyayı değiştirme gücüne sahip olmadığını anlamıştır. Bu durumda tek kurtuluş yolu, dünyayı ciddiye almamaktır. Gamsızlık en iyi koruyucumuz olabilir. Sanki dünya ile baş edebilmenin gücünü ancak bu duyguyla bulabiliriz. Bu noktada Hegel’i devreye sokar ve gerçek mizahın sonsuz gamsızlıktan ayrı düşünülemeyeceğini söyler. 

 

Yazarları çağlarının kahinleri olarak görebiliriz. Kundera da birey olarak zorunluluklarımızın altında ezilmemeyi bu kayıtsızlıkla bulacağımız fikrini öne sürüyor. Bu bazen çok basit bir şekilde tanıdık birine selam vermek zorunda hissetmemek bazen de birey olarak tüm sorumlulukları tanımazdan gelmekle oluyor. 

 

Kundera, sadece Kundera’nın yapmayı becerebildiği gibi, bireyselliğin bir yanılsama olduğunu anlatıyor romanında. Çağımızın en büyük lanetlerinden biri olan tekbiçimlilik, bireyselliği yok eden başlıca unsurdur. Bunun için kadının göbek deliğini simge olarak seçer ama burada kalmaz bunu tüm kimlik yitiminin simgesi haline getirir.

 


 

* Görsel: Ece Zeber

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.