Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kıyametin kıymeti



Toplam oy: 924
Arkadi Strugatsky, Boris Strugatski // Çev. Hazal Yalın
İthaki Yayınları
Arkadi ve Boris Strugatski'nin Kıyamete Bir Milyar Yıl adlı romanının Türkçede yayımlanması, Sovyet bilimkurgusu üstündeki bulutların yavaş yavaş dağılacağına dair bir umut veriyor.

Rus klasiklerini aşağı yukarı üç nesildir okuyoruz Türkçede. Bulgakov ya da Leskov gibi geç keşfedilen yazarların eserlerini de artık klasiklerden kabul ediyoruz, fakat Sovyet bilimkurgu eserlerinin gölgede kaldığı bir gerçek. Uzayda Piknik romanıyla o gölgeden az da olsa sıyrılmayı başaran, Strugatski biraderler olarak tanınan Arkadi ve Boris Strugatski’nin Kıyamete Bir Milyar Yıl adlı romanının Türkçede yayımlanması, Sovyet bilimkurgusu üstündeki bulutların yavaş yavaş dağılacağına dair bir umut veriyor.

 

 

20. yüzyılın bilimkurgu edebiyatına taklit edilemeyecek bir imza atan Strugatski biraderlerin Sovyetler’in dışına açılmasında etkili olan üç kişi var: Andrey Tarkovski, Theodore Sturgeon ve Ursula K. Le Guin. Uzayda Piknik’i sinemaya Stalker ismiyle uyarlayan Tarkovski, romandaki kasveti kendi vizyonuyla tercüme etmişti beyazperdeye. Amerikan bilimkurgusunun önemli ismi Sturgeon ise Sovyet bilimkurgularının yeni dünyada okunması için önayak oldu. Le Guin de, Strugatski biraderlerin eserlerini “Sovyet bilimkurgusu” tanımlamasının tekelinden çıkarıp insanlığa dair öyküler anlatan kitaplar olarak önerdi okurlarına. 

 

Uzayda Piknik, uzaylıların olmadığı bir uzaylı romanı olarak nitelendirebileceğimiz, birçok sorunun cevapsız kaldığı, belirsizliklerle dolu bir öykü anlattığını iddia edebileceğimiz bir roman. Kitabın yıllar önce bu başlıkla Türkçeye çevrilmesi de Strugatski biraderlerin işlediği temanın etkisini iki katına çıkarmıştır, çünkü romanda uzaylılar değil, onların geride bıraktığı atıklarla uğraşan insanlığın öyküsü anlatılır. Dünyayı işgal etmek için gelen uzaylı bir ırkla karşılaşmanın öyküsünü anlatan bilimkurgu eserlerine karşı, karşılaşacak bir düşmanın, bir “öteki”nin bile olmadığı, sadece onun varlığına dair izlerin olduğu bir dünyada, uzaylılar tarafından getirilen kıyamete değil, insanlığın kendi kendisini sürüklediği bir kıyamete işaret eder Strugatski biraderler. Kıyamete Bir Milyar Yıl’da da görebileceğimiz gibi, kıyamet onlar için kıymetlidir. 

 

Yazarlar Kıyamete Bir Milyar Yıl’da da, tıpkı Uzayda Piknik gibi paradoksal bir öykü anlatıyor ve sıradışı olayları gerçekliğin diline dökmeye çalışan bilim insanlarının macerasına davet ediyor bizi. Bilim insanlarının çalışmalarına kim, neden müdahale etmiştir? Bu, roman boyunca cevabı aranan bir soru ve kaçınılmaz olarak da birçok cevabı var. Kıyamete Bir Milyar Yıl, kahramanların sürekli çelişkiye düştüğü, kıyametin çoktan koptuğunun ya da önümüzde bir milyar yıl daha olup olmadığının ikilemini yaşatan bir öykü.

 

İki kutup arasında

 

 

“Fantastik olayları fantastik olmayan varsayımlarla nasıl açıklarsın?” sorusu, romanın temel meselelerinden biri. Aslında bu, tıpkı Uzayda Piknik ve henüz Türkçeye çevrilmeyen “Uzaktaki Gökkuşağı” romanlarında olduğu gibi, Strugatski’lerin sürekli gündeminde olan bir soru. Elbette bu sorunun asıl kıymeti, roman kahramanlarımızın bilim insanı olmasıyla ilgili. Halihazırda fantastik olmayan varsayımlara dayanarak çalıştıkları alanlarda oldukça başarılı olmuş bilim insanlarının, karşılaştıkları olağanüstü, belki de doğaüstü duruma nasıl tepki vereceklerini tartışan yazarlar, “Uzaktaki Gökkuşağı” romanında da bilimin cevap vermekte yetersiz kaldığı ve sonuçta Gökkuşağı adlı gezegenin kıyametle yüzleştiği bir öykü anlatırlar. Gezegenin sonu, insanlığın son üç yüz yılına bedeldir, çünkü tüm arşivler ve veriler yok olmak üzeredir. Bu kıyametin sebebi Dalga adı verilen, tüm gezegeni kaplayan, kapkara bir duvarı andıran bir fenomendir ve bilim insanlarının bu dehşeti durdurmak için çaresi yoktur. Tek fark ettikleri, ama bunu fark etmekte geç kaldıkları şey, buna bilimsel çalışmalarının sebep olduğudur. Yüksek uygarlığa erişme çabası, kıyameti getirir. Lovecraft terimleriyle söylersek, bir “adlandırılamayan dehşet” veya kozmik korku imgesi olan Dalga, gezegeni iki yandan, iki kutuptan sarmaktadır. Dehşetin kutupları arasında kalan bu gezegeninin düştüğü halin, kutuplaşmalar tarihinin zirvesi olan soğuk savaş döneminde yazılmış bir romanda anlatılması manidardır. Yazarların göstermeye çalıştığı, fantastik olan ile olmayanın kesiştiği noktada bilimin çaresiz kalışıdır. Tıpkı Uzayda Piknik’te uzaylıların bilimin nesnesi olamaması, ancak kalıntılarının kitlesel imha silahı yapımında kullanılmak istenmesi, başka bir deyişle kıyametin insan eliyle getirilmek istenmesi gibi, Dalga’nın varlığı da fantastiğin bir veçhesidir ama getirdiği kıyametin temelinde yüksek bir uygarlığın ya da uzaylıların değil, yüksek bir uygarlık olma umudundan vazgeçemeyen bilim insanlarının rolü vardır.

 

Kıyamete Bir Milyar Yıl romanında da, bilim insanlarının yüksek bir uygarlık, bir uzaylı müdahalesi olarak tanımlayabildiği olayların, aslında gündelik tesadüfler ya da sıradan sebep-sonuç ilişkileriyle açıklanıp açıklanmayacağı tartışılır. Açıklama yapmadan önce olayın kendisinin ne kadar fantastik olduğuna karar verilmesi gerekir ve kahramanlarımız bilim insanı olunca, sorunlar o kadar kolay çözülmez.

 

Romanın ikinci önemli meselesi de, bir Sovyet bilimkurgusu okuduğumuzu unutmadan yorumlamamız gereken “öteki” algısıdır. Kahramanlarımızın bilimsel çalışmalarına müdahale etmek isteyen birilerinden bahsederken, yazarlar bize Sovyet sansürünü mü hatırlatmak ister, yoksa ABD gibi başka bir gücün görünmez eli mi uzanmıştır? Bilim insanlarının elindeki bilgiler, kimin için bir tehdittir? “Öteki” kimdir? Sonuçta bir paranoya romanı olarak okuyabileceğimiz Kıyamete Bir Milyar Yıl, kıyametin öncesini anlatırmış gibi yapıp sonrasını da tahmin etmekle kalmaz, bir milyar yıl sonrasına gönderme yaparken soğuk savaş dönemindeki entelektüel sıkışmayı da yansıtır.

 

İki kutup arasında kalma fikri Strugatski biraderler için nasıl kıymetliyse, onlar da biz okurlar için kıymetlidir; çünkü bizi bu eserlerin neden Sovyetler’den çıktığını düşünmeye sevk ettikleri gibi, kutuplaşmaların eksik olmadığı bir coğrafyadan, örneğin Nobel kazanan bir bilim insanının etnik kökeninin tartışıldığı bir ülke olan Türkiye’den çıkacak bilimkurguların aslında ne kadar kıymetli olacağını da düşünmeye sevk edebilirler.

 

 


 

 

 

* Görsel: Emre Karacan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.