Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Litvanya'nın trajedisi, Doğu Avrupa'nın hikayesi



Toplam oy: 998
Ruta Sepetys, gelecekte dönem ve bölge üzerindeki altyapısını daha ince örülmüş bir yazın ile harmanlayabilirse “Baltıklı bir Hans Fallada” bizim için sürpriz olmayacaktır.

14 Haziran 1940, Litvanya’nın başkenti, Moskova’dan gönderilen ültimatomla sarsılıyor. Kızıl giyinmiş Azrail, II. Dünya Savaşı’nın bulutları üzerinde, orağıyla çekicini tehditkar bir biçimde Baltık devletlerine savuruyor. Rus İmparatorluğu’nun “Ancien Régime”ini kendi kanında boğmuş olan Sovyetler, bir konuda selefiyle bütünüyle hemfikir: Rus İmparatorluğu’nun agresif XIX. yüzyıl dış politikasının soluksuz icrası. III. Reich’ın Fransa ve İngiltere ile tek cephede savaşabilmek için satranç tahtasında rok yaparak Sovyetler’e feda ettiği Litvanya çaresiz, teslim oluyor. Başkan Smetona silahlı direniş çağrısı yapıyor, lakin parlamento ve subaylar David’in pabuçlarını giyip Goliath’a karşı durmayı “romantizm” olarak niteliyor. Hürriyet, Sibirya’daki ölüm kamplarına tek yön biletiyle seyircilerin gözyaşları arasında sahneyi terk ederken, yerini NKVD, Politbüro, sürgünler, açlık, ölüm ve elli yıllık esaret alacaktır.

 

 

 

 

Litvanya tarihine kısaca bir göz atmamızın sebebi, elimizde, mezkur konjonktürde ABD'ye göç etmiş Litvanyalı bir ailenin kızı olan Ruta Sepetys’in, yine söz konusu dönemi konu alan tarihsel romanı Gri Gölgeler Arasında’sının bulunması. Sepetys’in çıkış kitabı olan eser, 15 yaşındaki Lina, 10 yaşındaki kardeşi Jonas ve anneleri Elena’nın babalarının ortadan kaybolmasından bir gün sonra Sovyet otoriteleri tarafından tutuklanmasıyla başlıyor. Küçücük bir vagona istiflenen ailemiz, lohusa bir anne ve göbek bağı henüz kesilmiş bebeğinden tutalım, öldürülmüş bir Litvanya subayının karısı ve annesinin yanında kalabilmek adına özürlü taklidi yapan çocuğuna kadar birbirine esaretin zincirleriyle bağlanmış birçok hikayenin yoldaşlığında, günde iki kova su ve bir kova yemek eşliğinde bir kolhoz’a doğru sekiz hafta sürecek bir sürgün yolculuğuna gönderiliyor. Donmuş toprağın üzerinde çıplak elleriyle çalışan, kampta hastalıktan kırılan, tam da artık daha kötüsü olamayacağını düşünen ailemiz maalesef yanılmaktadır...

 

 

 

 

 

 

(Görsel çalışma: Steven Hughes)

 

 

 

 

Tarihsel masal saçmalığından uzak

 

 

 

Romanın tarihi bağlamda başarılı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yazarın, cesetlerin terörüyle çevrilmiş grotesk sahneleri herhangi bir edebi yumuşatmaya gitmeden betimlemesi, dönemin rahatsız edici, ağır ve karanlık ruhunu sayfalara güçlüce yansıtarak, kurguyu birçok eserin düştüğü “tarihsel masal” saçmalığından uzak tutuyor. Özellikle sürgün ve açlık süreçlerindeki anlatının Vasili Grossman gibi ustaların yakınına düşüyor olması ise dikkat çekici. Rahatsızlık veren yegane nokta Litvanca isimlerin Amerikanlaştırılmış olması. Edebi olarak ise, Sepetys’in dil kullanımında kısa ve hedef odaklı cümleleri ile yalın mimetik yöntem tercihi, kimi zaman bize boşlukları doldurma fırsatı sunarken, kimi zamansa karakterler/yaşananlar ile okuyucu arasında özdeşleşme sorununa sebep oluyor ki, bu durum karakterlerin yüzeysel bir hale bürünmesiyle sonuçlanabiliyor. Yazarın ilk kitabı olması adına hoş görülebilecek edebi aksaklıkları bir yana bırakalım... Sepetys, gelecekte dönem ve bölge üzerindeki altyapısını daha ince örülmüş bir yazın ile harmanlayabilirse “Baltıklı bir Hans Fallada” bizim için sürpriz olmayacaktır.

 

 

 

 

 

 

(Manşette kullanılan görsel çalışma Abdul Mati Klarwein'e aittir.)

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.