“Fikir Behçet’indi,” diyerek başlıyor Barış Bıçakçı önsözde: “Onun bir iş için Ankara’ya geldiği günlerden birinde, hep oturduğumuz pastane pek çok benzeri gibi içinde yiyecek içecek her şeyin olduğu ama bir tek pastane hüznünün olmadığı bir yere dönüştüğünden, başka bir mekanda eğreti oturuyorduk. Tabii edebiyattan konuşuyorduk; okuduğumuz kitaplardan, yazmayı düşündüğümüz şeylerden, sınırlarımızdan ve o sınırları aşmamızı sağlayacak imkanlardan. Bir ara Behçet, çok güzel konuştuğumuzu, ama sonra benzeri güzel konuşmalar gibi bu konuşmayı da unutacağımızı söyledi. Ayhan’ı da bu sohbete katıp edebiyat üzerine yazışmayı önerdi.” Kitabın asıl çıkış noktasını ise, sonraki sayfalarda bizzat Behçet Çelik açıklığa kavuşturuyor: “Bu yazışma fikrini aklıma düşürenin Amargi’deki üç-dört kişilik toplu söyleşiler olduğundan söz etmiştim; Aksu (Bora) o söyleşiler için jam-session tabirini kullanıyordu.” Genellikle caz müziği söz konusu olduğunda karşımıza çıkan jam-session tabirini, bu yazının da çıkış noktası yaparak şöyle devam edebilirim sanırım; Kurbağalara İnanıyorum kitabını okumak, özel bir caz trio’sunu dinlemek gibi...
Caz albümlerinin önemli bir kısmı trio’ların, quartet’lerin albümlerinden oluşur ve bu tip albümlerde genellikle de bir müzisyen, diğerlerine göre daha ön planda olur; hatta trio’nun ismi onun ismiyle anılır. Ancak zaman zaman da, örneğin bir proje kapsamında, bazı önemli müzisyenler bir araya gelerek (mesela bir trio oluşturarak) özel albümler yayımlarlar. Burada da sonuçta bir trio söz konusudur ama albüm kapağında her üç ismi de görürüz. Ayrıca, o zamana kadar kendi isimleriyle yayınladıkları albümleri beğenerek dinlediğimiz müzisyenlerin bir araya gelerek ortaya çıkardıkları bu albüm daha da heyecanlandırır bizi. İşte Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin’in edebiyat üzerine yazışmalarını içeren Kurbağalara İnanıyorum kitabı da böylesi özel bir albüm gibi. “Behçet ile Ayhan dile getirdikleri düşünceleri ve bunları dile getiriş biçimleriyle sahnenin önündeydiler: Enstrümanlarını maharet ile kullanan iki sanatçı. İki keman. Bana arada üçgen zile bir iki vurmak düştü,” diyor Barış Bıçakçı da (elbette öne çıkan bir isim yok bu kitapta, Bıçakçı’nınki bir “tevazu gösterisi” aslında).
J. M. Coetzee’nin Romancının Romanı kitabı hakkındaki düşüncelerin ortaya koyulmasıyla başlıyor yazışmalar ve bir yıl boyunca (ilk yazışma 26 Eylül 2014, son yazışma da 23 Eylül 2015 tarihli) sanat-hayat ilişkisine, edebiyat tanımlarına, “sanatçı nasıl yaşamalıdır” sorusuna, hikaye karakterlerine, felsefeye, hayal kırıklıklarına, yakın dönemde yaşananlara dek dallanıp budaklanıyor...
Açıkçası ilk yazışmalar, sanki biraz fazlaca “kuramsal” bir yapıya sahip. Sonraki sayfalarda ise ortamın biraz daha “ısındığını,” yazışmaların kitabın temelinde yatan jam-session ruhuna, emprovizasyonun rahatlığına daha uygun olarak ilerlediğini söyleyebiliriz. (İlk defa bir arada çalan müzisyenlerin biraz birbirlerine alışması gerekiyordu belki de!) Gerçi bu biraz da kitaptan ne beklediğinizle ilgili. Kendi adıma söylersem; Barış Bıçakçı’nın eserlerinde hangi kitaplardan esinlendiğini açıkladığı, Behçet Çelik’in son kitabına neden “Yıldız Ormanı” değil de Kaldığımız Yer adını verdiği, Ayhan Geçgin’in “ileriki kitabımdan bir bölümü buraya alıyorum (alır gibi yapıyorum)” dediği yazışmaları daha “dikkatli” okudum. Yazışmaları hangi saatlerde yaptıkları (Behçet Çelik’inkiler hep geç saatler örneğin), hangi günlerde daha uzun yazdıkları gibi ayrıntıların peşine düşmek de olası.
Bir taraftan da bu üç ismin zaman zaman Ankara’da, zaman zaman İstanbul’da bir araya geldiklerini de anlıyoruz yazışmalardan. Aslında bu kitabı oluşturan yazışmaların, bu yüz yüze buluşmaların bir şekilde gerçekleşemediği bir dönemde yapılmış olmasını tercih ederdim. Böylelikle, daha “dikkatli” okuduğumu söylediğim bölümler (kişisel notlar, günlük yaşama dair ayrıntılar) daha çok olurdu sanki...
Tüm bunların kitabın ismine yansıyan kurbağalarla ilgisine gelince: “Kurbağaların özelliği, nehirleri kuru topraklara dönüştüren kurak mevsimde toprağın derinliklerine gömülüp ölüm uykularına yatmalarıdır. Tüm bedensel işlevlerini en aza indirip ölüme en yakın halde yağmur mevsiminin gelmesini beklerler. Yağmurlar nehirlerin yatağını doldurmaya başladığında, ölüler ülkesinden geri gelir, on binlerce ağızdan şarkılarını söylemeye başlarlar.”
* Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder