Uzun bir günün sonunda apartmanın kapısını açıp içeri giriyorsun. Kendini bir an evvel eve atmanın telaşıyla, hızlı adımlarla ilerliyor ve hemen girişte yan yana dizili posta kutularının önünden kafanı dahi kaldırmadan geçiyorsun. Sana ait posta kutusunun üzerindeki 5 rakamının boynu bükük. Sana bugüne dek böcek ilaçlama, çilingir broşürleri, faturalar –ki onları bile yere atıp kaçıveriyor artık görevliler- ve civar marketlerin indirim bültenleri haricinde bir şey sunamamış. En son ne zaman o kutunun içinden üzerinde el yazısıyla adın yazılı bir zarf çıktı hatırlamıyorsun. En son ne zaman birinin adını artık yitirmeye başladığın el yazınla beyaz bir sayfanın tepesine yazdığını da. Evine çıkan merdivenleri tırmanırken cebinde WhatsApp’ın “bik bik” ediyor, çıkarıp bakıyorsun, son yazdığına cevap atmış: “:)”. Şu an senden daha önemli işleri var. Eve giriyorsun, maillerine bakıyorsun. İş yerinde dönen birkaç geyik, kargo şirketinin anketi, bu ayın konserleri… Son baktığından bu yana -yaklaşık yarım saat içinde- posta kutunda beliren 12 yeni “mektup”. “Hepsini sil” butonunu nasıl da seviyorsun! Bir tuşla bütün mektupları yakıyorsun.
Simon Garfield, Türkçeye çevrilen yeni kitabı Mektup’ta, posta kutularının (elektronik olanların değil, ahşap ya da demir, yani gerçek olanların) asıl maksadını bir gün ne yazık ki tamamen yitireceğini hatırlatıyor; mektupsuz bir dünyanın nasıl bir yere benzeyeceğini araştırıyor. Ve açılışta bu kitaba can veren şeyin çok basit bir şey olduğundan bahsediyor: Ses. Bir mektup zarfının paspaspasınıza düştüğü anda çıkardığı o ses... Peşine hevesle açılan zarfın ve elbette mektup kağıdının hışırtısı… Peşine bizi romantik bir yolculuğa çıkaracağını muştuluyor: “Bu kitap mektubun yerine e-postayı koyarken kaybettiklerimizle ilgili: Postane, zarf, kalem, daha yavaş ve temkinli bir beyinsel faaliyet, yalnızca parmak uçlarımızı değil, ellerimizin tamamını kullanmak…”
Kitap, son yirmi yıldır yok olmanın eşiğinde çırpınan ve bir 20 yıl sonra muhtemelen tamamen hayatımızdan çıkacak olan bir mecraya güzelleme. Pul yalamanın, posta kutularının, el yazısının, dolmakalemlerin, mektup kağıtlarının ve onların aracılığıyla, posta servisi izin verdikçe iki kalp arasında akıp giden içdöküşlerin nostaljisi: “Bir e-posta dosyasını açarken yüzümüzde güller açacak mı hiç? E-posta dediğiniz bir dürtmedir, oysa mektup şefkatli bir dokunuş gibidir.”
Ama sadece bu değil. Söz konusu yazar Simon Garfield olunca kitap çılgın bir araştırmanın ürünü olduğunu hemen belli ediyor. Sunduğu sonsuz nitelik ve nicelikteki, asla sıkıcı olmayan tarihi ve güncel bilgiler, mektuba dair el değmemiş alan bırakmıyor. Kitapta sıradan insanların ve o kadar da sıradan olmayanların -askerlerin, devlet adamlarının, şairlerin, yazarların vd- kaleminden çıkmış çok sayıda leziz mektup örneği var. Bunların arasında tarihteki pek çok olaya ışık tutan iş yazışmaları ve resmi kağıtlar da var ama asıl ilgi çeken elbette şahsi mektuplar. İki kişi arasında saklı kalacağı varsayılarak kağıtlara dökülmüş nice duygu ve itirafı merakla okurken, yer yer “yanlış bir şey yapıyorum” hissine engel olamadığımı söylemeliyim. Lakin mahrem eğlenceli bir alan, yapacak bir şey yok! Ki Garfield da şahsi mektuplara olan özel ilgisini gizlemiyor: “Aslında bunların da [şahsi mektuplar] gerçek hayatlarımızla ilgili bir sürü şeyi ortaya çıkarabileceğinden eminim. Bu kitapta bahsi geçen mektuplar bir yandan sizleri heyecanlandırırken, bir yandan da Auden’in o çok sevilen deyimiyle, kız ve oğlanın neşesini aksettirecek türden yazılar…”
Büyükbaba neşesi
Garfield, mektubun tarihini anlatırken pek çok durağa uğruyor. Tarihteki ilk gerçek mektup yazarları olan Romalılardan, Antik Roma Britanya’sından başlıyor anlatmaya. Mektubun kilise ve devlet adamları ya da iktidar sahibi diğer kişiler tarafından yazılan bir evrak olmaktan çıkıp orta sınıfın kucağına düşen bir mecra olarak yolculuğunu ve buna paralel bir şekilde okuma yazmanın yaygınlaşmasıyla, alt sınıflar ya da kadınlar tarafından nasıl benimsendiğini anlatıyor. Kitap boyunca detaylı olarak postacılığın tarihinden bahsediyor; bir mektubun adresine ulaşma yolunda yüzyıllar içinde çektiği çilelerden, düzenli sevkiyat ağının nasıl olgunlaştığından, ulaşamayan mektuplardan, hiç gönderilmeyenlerden, kayıp mektuplardan, yakılan mektuplardan, “Ölü Mektup Ofisi”nden ve tüm bu süreçten nasibini alan mahremiyetten bahsediyor. Yıllar, hatta yüzyıllar önce yazılmış mektupların bugüne kalmasını sağlayan arşivcilik, koleksiyonculuk ve müzayedeler Garfield’ın değindiği diğer eğlenceli alanlar. Ayrıca yayıncılık tarihi boyunca her dönemde pek çok örneğine rastlanmış, “mektup nasıl yazılmalıdır” sorusuna cevap arayan rehber kitaplardan da söz açıyor. Ancak Garfield tüm bunları boğucu bir “her şeyi bilen adam” sıkıcılığıyla anlatmıyor ve tüm bu muhteşem bilgileri okurun üzerine boca etmiyor. Bilakis, torunlarına başından geçenleri anlatan bir büyükbabanın neşesi var onun sesinde; nüktedan ve anlattığı konuya ziyadesiyle hâkim. Özellikle tarihi bir kişilik, bir kral ya da ünlü bir şair, veyahut zamanında tüm Avrupa’yı titretmiş bir komutana dair aktardığı anekdotlar ve onların kaleminden mektuplarla okuru, “bunları illa ki bir yerlere not et ve asla unutma” tavsiyesiyle uğurluyor. Cicero, Oscar Wilde, Virginia Woolf, Napoléon, Montaigne, Shakespeare, Hemingway, Emily Dickinson, Jane Austen, Ted Hughes, Sylvia Plath… Simon Garfield Mektup’ta okuru iştah kabartan çok sayıda ismin gizli dünyasına davet ediyor.
Bir mektubun uzun zamanlarından ve samimiyetinden uzak, e-postaların işgali altındaki hayatlarımıza istinaden şöyle soruyor Simon Garfield kitabın sonunda: “O tarihi gün, kapının eşiğine bırakılan o son doğru düzgün mektup ne zaman gelecek? Haftaya Çarşamba mı? Bundan bir sene sonra mı? Beş sene sonra mı? Emin olun o son mektubun atıldığı günü görmeye bizim ömrümüz yetecek. Özel, duygusal hatta belki el yazısıyla yazılmış bir mektup olacak ama en önemlisi, bu mektup iki insan arasında kurulan iletişimin en somut kanıtı olacak…”
Şayet siz de bir mektupseverseniz ve ne zamandır gerçek bir mektup geçmediyse elinize, bu kitap şifa niteliğinde. Ben şimdi çok özlediğim birine mektup yazmaya gidiyorum. Sevgiler.
* Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder