Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sıkıntılı bir direniş hikayesi



Toplam oy: 1130
Herta Müller // Çev. Mustafa Tüzel
Siren Yayınları
Herta Müller, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım'da etik/ahlak normlarının sahteliğini/yapmacıklığını kurcalarken, tek amacı "delirmemek" olan insanların yaşamlarından kesitler sunuyor.

Aşk, bir imkanlılık, bir kendini icat etme hali olarak, bize diğerinin karanlığı ile kendi karanlığımızın kucaklaştığı noktada, karanlığın kontrolümüz dışında başka hallere dönüştüğünü gösteriyor. Bir evin, sokağın, okulun, marketin, karakolun, kentlerin ve denizlerin iç yasasını tahammül edilir kılan yek sarhoşluk hali... Ancak bu teslimiyet her zaman ihtiyaç duyulan huzuru mümkün kılmıyor.

 

Yenilikçi ve seçkin dil anlayışıyla eşsiz metinler yaratan Herta Müller, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım adlı kitabında, yabancılaşma, aidiyet ve yurt kavramlarını, diğer metinlerinde olduğu gibi, yine öz yaşam hikayesinin izlerine tanıklık edebileceğimiz bir kurguyla sergiliyor.

 

Keşke Bugün Kendimle Hiç Karşılaşmasaydım, Müller’in Rumen gizli servisi Securitate’yle yaşadığı sıkıntılı direniş hikayesini temize çeken bu başlıkla derdini açık ediyor. Romanın protagonisti de olan anlatıcı, ev, cadde, kent ve bir tramvay yolculuğu ile ayakta tutmaya çalıştığı hayatının filmini çekiyor adeta. Kocası Paul, arkadaşı Lilli, tramvay vatmanı, tramvaydaki evrak çantalı adam, anlatıcının eski kocası ve onun ailesi, binbaşı Albu, anlatıcıya kim olduğunu tekrarlayarak hatırlatan bir işbirliği içerisindeler. Her birinin yaşama dair soruları ve bu sorulara buldukları cevapları var. Metin ise bu sorulara bulunan yanıtlar kararları etkilerken biçimleniyor. Anlatıcı her gün aynı saatte binbaşı Albu tarafından sorgulanıyor ve bu aynı zamanda yaşadığımız hayatların doğruluğu/yanlışlığı konusunda okuyucuya kendi bakış açısını zenginleştirme, hatta eğip bükme olanağı sunuyor. Albu’nun yetişkin samimiyetsizliğine bezenmiş şiddet dürtüsü, okurun da duyumsayacağı bir tecrübeye dönüşüyor. Müller ilişkilerimize hakim olan iktidar duygusunu binbaşı Albu’nun sorgulamaları ile politik bir merkeze koymuş olsa da bu yıkıcı hükmetme, ele geçirme duygusunun ilişkilerin hatta nesnelerin tabiatında yarattığı tahribatı ironiyle dile getiriyor.

 

 

 

Anlatıcı, sorgulamaların, ihbarların ve baskıların şeytani bir göstereni olan binbaşı Albu’nun varlığıyla, baskı unsuru olan her ölçüt ve normu tartışmaya açıyor. Aralarında özel bir bağ olan arkadaşı Lilli güzelliğini, tinsel ve maddesel yoksunluklara karşı güçlü bir iktidar aracına dönüştürüyor diğer yandan. Üvey babası ve diğer yaşlı erkeklerle kurduğu ilişki, zayıflayan geçmiş duygusunu kuvvetlendirirken, yaşama karşı bu erkeklerin son hevesi olarak üstünlük sağladığını düşünüyor. Anlatıcı âşık olup evlendiği iki erkek ve onların aileleri ile benzer güç oyunlarına yalnızca uzaktan bakıyor, tasavvur ediyor. Metne hakim olan atmosfer, bu güç ilişkilerinin yarattığı gerilimi daha da çoğaltan karanlık bir ritmi de beraberinde hissettiriyor.

 

Öte yandan anlatıcı, olduğu kişi olmanın yarattığı sancıyı, ilişkide bulunduğu çevreyle, insanlarla sürekli sorgulayan bir ruh hali içerisinde. Herta Müller bu sancıyı anlatımın imkanlarını cinsellikle estetize ederek politik bir eyleme dönüştürmeyi başarıyor. Lilli’nin, binbaşı Albu’nun, anlatıcının ve onun fabrikadaki mesai arkadaşı/ihbarcısı Nelu’nun cinselliği bir baskı unsuru olarak kullandıkları ilişki biçimleri içerisinde, seks yalnızca bir haz unsuru olarak değil, ötekinin üstünde kurduğu iktidarı da görünür hale getirerek araçlaşıyor, görme biçimi haline geliyor. Bunu yaparken Müller, bedenlerin peyzajına da önem gösteriyor. Bu sayede beden üzerinde oluşan baskın söylemlerin gücünün nelere sebebiyet verdiğine/ verebileceğine de bir çentik atıyor.

 

Anlatıcı içindeki yarılmayı, kendi gerçeğine yabancılaşmayı eşyalarla ilişkiye girerek anlamaya çalışıyor diğer yandan. Ancak kentin uzun caddeleri, pencere önlerindeki büyük çiçekli saksılar, zamanın üstüne sindiği eşyalar, korkuyu ve yalnızlığı daha da derinleştiriyor. Yokluk duygusu tinsel ve maddesel bir uyumsuzluğu da deşifre ediyor metinde.

 

Kaçma avuntusu

 

Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, kaçma duygusunu da sık sık dile getiren bir hikaye örgüsüne sahip. Kendi olmaktan başka çaresi olmayanların duyduğu iç sıkıntısını bir kimlik, bir yaşam arayışıyla sürekli canlı, taze tutabileceği fikrini kucaklayan anlatıcı, İtalya’ya giderek orada kendisine bir imza, bir şefkat, bir kimlik verebileceğini umduğu bir İtalyan erkeği ile evlenmeyi düşlüyor. Ancak bunun hayali yalnızca bir avuntuya dönüşüyor onun hayatında…

 

Herta Müller, bu metinde de şiirsel bir müziğin okurun peşini bırakmadığı, yer yer ironikleşen, yeni ve güçlü anlatım olanakları ile okuru metnin dehlizlerinde yalnız bırakıyor. Zalim/kurban, cellat/köle ilişkisinin gündelik hayatımızı nasıl işgal ettiğini gözler önüne seriyor. İlişki biçimlerini formatlayan etik/ ahlak normlarının sahteliğini/ yapmacıklığını kurcalarken, tek amacı “delirmemek” olan insanların yaşamlarından kesitler sunuyor. 

 

 


 

 

 

* Görsel: Furkan Nuka Birgün

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.