Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Susan Sontag: Derinlikli ve sade



Toplam oy: 1029
Susan Sontag, Jonathan Cott
Sel Yayıncılık
Sontag'ın ölümünün üzerinden on yıl geçti. Ama söyleyip yazdıkları hiç eskimedi; Cott'un yaptığı röportaj da bunu gösteriyor.

Susan Sontag, bilmem ne dergisinin düzenlediği ankette "dünyanın en etkili bilmem kaçıncı kadını" gibisinden bir nitelemeye hiçbir zaman sahip olmadı. Kitaplar yazdı, eylemlere katıldı, dünyanın dört bir yanında konferanslar verdi. Bu melankolik, ciddi, lafını esirgemeyen, cesur ve esprili kadın, hastayken bile o günlerde yaşadıklarını yazıp bu haliyle bazı bazı dalga geçmeyi de bildi. Fotoğraf çekmeyi değilse bile ona bakmayı çok sevdi, başkalarının acılarına yoğunlaştı, hastalıkları metaforlarıyla düşünüp bunları etrafına yaydı; hepsi gücünü gösteriyordu.

 

Oğlu David Rieff, uzun uzun düşündükten sonra annesinin günlüklerini yayımlamaya karar verdi ve böylece biz Susan Sontag'ın bilinmeyen bahçesine de adım attık. Ayrıca Rieff'in kurduğu vakıf, Sontag'ın hem adını yaşatıyor hem de onun düşlediği dünya için çalışmalar yürütüyor.

 

Jonathan Cott, 1979'da Rolling Stone dergisinde bir bölümü yayımlanan röportajının bütününü Susan Sontag: Bilincin Kapısını Aralamak adıyla kitaplaştırarak Susan Sontag bulmacasındaki bir başka boşluğu tamamlıyor. Belki de zaten orta yerde gizlenen düşüncelerinin derli toplu bir yansımasını sunuyor.

 

Susan Sontag, yazdığı kitapların, makalelerin ve giriştiği eylemlerin ötesinde söyleşi yapmaktan, daha doğrusu kendisiyle röportaj yapılmasından keyif alan biriydi. Cott da bunu gündeme getirip onun, o anda kendini nasıl özgür ve mutlu hissettiğini anlatıyor. Elbette Sontag'ın sözcükleriyle: "Sohbetten ve diyalogdan hoşlandığım için röportajı seviyorum ve düşüncelerimin büyük bölümünün yaptığım sohbetlerin ürünü olduğunu biliyorum. Yazma ediminin en zor yanı, bir bakıma, yalnız olmak ve insanın özüne aykırı bir eylem olduğu halde kendi kendine sohbet etmek zorunda kalmak. İnsanlarla konuşmayı severim -eve kapanmamı engelleyen şeylerden biri de bu- ve o sohbetler sayesinde ne düşündüğümü öğrenme fırsatı buluyorum." Susan Sontag:Bilincin Kapısını Aralamak da böyle bir kitap işte.

 

"Çoğu kişinin sandığından daha cahilim"

 

 

Sontag, dünyada her ne olup bittiyse ve neler söylendiyse bunun ardını görebilen biriydi. Kendisine de kendi dışındakilere de belli bir mesafeden bakmasını biliyordu. Bu yüzden gayet anlaşılır ve bam teline dokunan işlere imza attı. Nihayet, konuları doğru düzgün düşündüğünden yaygın klişelerin tekrarlanışına aracı olmadı. Cott'la yaptığı söyleşideki bu tespitine uygun hareket etti anlayacağınız.

 

Kendisini klişelere zincirlemezken Sontag, kaçınılmaz biçimde marjinal bir tavır takındı. Söyleşide de bundan; "huzursuzluğunu arttırmak istemesinden", hareketlenme ve "bitiremeyeceği bir sürü şeye el atma" arzusundan bahsediyor. "Çoğu kişinin sandığından daha cahilim" deyişi marjinalliğini ya da bilgeliğini gösteriyor.

 

Cott'un yaptığı söyleşi, o dönemi yansıttığı gibi önceki yılların da bir sorgulaması. Bu anlamda Sontag'ın hem gününe hem de geçmişe bakışını gösteriyor; "tutkulu estetik düşkünlüğünü" de, "takıntılı ahlakçılığını" da.

 

Sontag kaynayan ve işgalleriyle dünyayı bezdiren ABD'yi eleştirirken deyim yerindeyse fotoğraf çeker gibi ama sözcüklerle, bütün ayrıntıları en açık biçimde önümüze koyuyor. "Yaşamanın kendisi bir saldırganlıktır," diyerek güzel de bir özet geçiyor.

 

Sontag'ın pek çok mevzua el attığı kitaplarından biliniyor zaten. Cott ise sorularıyla onu "kışkırtarak" bunun altını eşeliyor adeta. O zaman da ortaya Sontag'ın taslakların üzerinden defalarca geçtiği görüşlerinin zemini ortaya çıkıyor: Edindiği bilgiler, bunları başka bilgilerle besleyişi ve ardından fikirleri. Tarih, felsefe, feminizm, fotoğraf ve edebiyat, onun ince ince zaman ayırdığı alanlardan sadece birkaçı.

 

California ıssız, New York zengin

 

 

Sontag hemen hemen pek çok şeyden kendini mahrum bırakarak yazarken bir yandan da ömrü boyunca peşini bırakmayan hastalıklarla uğraşıyor. Pardon, onları da düşünme ve yazma sürecine dâhil ediyor. Kitapta, hastalıklarını nasıl inceleme konusu haline getirdiğine dair Sontag'ın önemli açıklamaları var. Hastalıkları sayesinde bedenine daha çok odaklanıyor, hastalıklar ve metaforlarının sağlıksız ilişkisini nasıl deştiğini bir bir sıralıyor.

 

Bu arada Sontag hayli kişisel konulara da giriyor, kendisine yakın kişilerin bilebileceği kimi özelliklerinden bahsediyor: "Kendim biraz sıkılgan olduğumdan etrafımı benim kadar sıkılgan olmayan insanlarla doldurmaya dikkat ediyor, böylece açılıyor ve kendimi iyi hissediyorum." Tüm bu yaşayış içinde Sontag "dünyaya dikkatini vermekten" asla vazgeçmiyor. Bazen kendini kapattığını bazen de her şeyin üstüne gittiğini söylerken bir kenara bırakmadığı yegâne şey o dikkat. Aynı dikkat ona California'nın ıssız, buna karşın kuzeydoğunun zengin olduğunu söyletiyor. Köklerine dönmek istemeyişi, New York'ta kendini mutlu hissedişi ve eski söyledikleriyle hâlâ aynı fikirde olmaması da sözü geçen dikkate bağlanabilir.

 

Sontag'ın ölümünün üzerinden on yıl geçti. Kitapları ise çok daha önce yayınlandı. Ama söyleyip yazdıkları hiç eskimedi; Cott'un yaptığı röportaj ve Susan Sontag: Bilincin Kapısını Aralamak bunu gösteriyor. Bir şey daha var: Kitap boyunca anlattıkları, Sontag'ın ne kadar derinlikli ve sade biri olduğunu da açık ediyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.