Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

“Yabancılar, tanrılar ve canavarlar” ya da muhafazakar aşındırma

Türkiye’de her ilde Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları kurulmuş. Bu cümleyi yazdıktan sonra uzun uzun düşünüyorum. Bu cümleyi yazmış olmanın verdiği sarsıntıyı atlatabilir miyim diye, bekliyorum, bekliyorum. Atlatamıyorum. Bizi toplum, bizi devlet olarak böyle bir Komisyon kurmaya götüren trajediyi, onu yok etmedikçe, yürürlükten kaldırmadıkça üzerimizden atamayacağımızı biliyorum, en azından. Bir veli, bir vatandaş olarak sizi rahatsız eden, size ters gelen herhangi bir kitap hakkında bu komisyona başvuruyorsunuz. İster imzalı, ister imzasız fark etmiyor. Ve amacınıza ulaşıyorsunuz, yasaklama, uyarı, soruşturma, müfredattan geri çekme, her ne ise artık o, oluveriyor. Devlet sizi, çevrenizi, çocuklarınızı, ailenizi, Fareler ve İnsanlar’dan, Zıkkımın Kökü’nden, Şeker Portakalından, kısacası edebiyattan koruyor böylelikle.

 

 

 

 

Peki edebiyatı kim koruyacak sizden, bizden? İşin o tarafı kopkoyu bir karanlık. Trajedi, buradan doğuyor.  Edebiyatı “öteki” olarak görmek, tanımlamak, icabına bakmak… Bu aralar tuhaf bir tesadüfle Richeard Kearney’nin dilimize yeni çevrilen “Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar” adlı zihin açıcı çalışmasını okuyorum, döne döne. Kearney, birini, birilerini, bir şeyleri ya da içinde bir yerleri “öteki”leştirmeden, yabancılaştırmadan, canavarlaştırmadan ya da tanrılaştırmadan yaşayamayan insan bilincini yatırmış masaya. ‘Benliği, kendine göre bir yabancı yaratmak suretiyle inşa eden insan bu çemberin dışına nasıl çıkar’ı sorgulamış, çeşitli cevaplar aramış, önermiş. “Bizi dışarıdaki öteki adına eyleme çağıran, içerideki ötekidir. Şayet kişi özneyi dışarıya kapalı, içedönük bir egoya mahkum ederek ötekinin benliğe giriş çıkışını engellerse, öteki öyle yabancılaşır ki tümüyle yabancılaştırıcı bir hal alır –işkence, eziyet ve felç eden bir başkalık.” Aklınıza gelen kelimeyi biliyorum: Muhafazakarlık. Her türden ‘dışarı’ya kapalı, içedönük egoya mahkum olmuş durumda artık Türk muhafazakarlığı ve edebiyatı bile canavarlaştıracak kadar yabancılaşmış durumda kendine. Giderek felç eden bir başkalığa dönüşüyor, belki de dönüştü bile.

 

 

 

 

 

Bu yaşadıklarımızın adını koymuş Ahmet İnsel geçtiğimiz Pazar Radikal İki’de yayımlanan yazısında:  Muhafazakar aşındırma. “On yıldan beri iktidarda olmanın giderek arttırdığı özgüvene dayalı bu muhafazakar aşındırma çabası, her alanda karşımıza çıkıyor. Aşındırmaya çalışılan sadece Kemalist değer, töre vs. değil. Dini öğretinin, muhafazakar ahlakın ve milli değerlerin aykırı bulduğu düşünce, kuram, ilke, sanat eserinin meşruiyeti esas aşındırılmaya çalışılan.”

 

 

 

İçedönük bir egoya mahkum ettik kendimizi, ve şimdi kim çekip çıkaracak oradan bizi?

 

 

 

 

 

 

 

Cevap basit, uygulaması zor. Kearney’ye kulak veriyorum: Bir başkası olarak kendimizi görmek, tanımak ve bir başkası olarak gördüğümüz “öteki”yi tanıma konusunda çaba göstermek. Günah keçileri yaratmaktan vazgeçip, günahları üstlenecek cesareti göstermek. Sanırım bir tek o zaman kimsenin kimseyi, kimsenin edebiyatı koruması da kendiliğinden gerekmeyecek. Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları en kötü hatıralarımızın içinden bile sonsuza kadar silinip gidecek. Hiç hatırlanmamakla cezalandıracağız kendimizi, yapıp ettiklerimizi…

 

Yorumlar

Yorum Gönder


ne zaman bi kitap sansürü haberi okusam, kitabın şikayet edilmesinin en az kitabın yasaklanması kadar tuhaf ve acı olduğunu düşünmüşümdür.bir kitabı zararlı görüp şikayet edebilen kişinin nasıl bu kadar kendine, düşüncelerine güvenebildiğini...çok güzel anlatmışsınız bu özgüvenden neden korkulduğunu. ben kendime bu kadar iyi açıklayamamıştım.


sürekli okudum ve gitmeyide düşünüyorum


bence çok güzel

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.