Aşağıdaki metin, Craig Brown'un Hello Goodbye Hello (Merhaba Hoşçakal Merhaba) isimli kitabından alınmıştır:
J.D. Salinger, Ernest Hemingway'in peşinde
The Ritz Hotel, no. 15, Vendôme, Paris
Ağustos sonları, 1944
Mektubun orijinali
Yirmi beş yaşındaki Jerry Sallinger korkunç bir savaştan geçiyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin 12. Tugay'ında, 6 Haziran gecesi Normandiya'ya birlikte çıkartma yapmış olduğu 3,080 adamdan sadece üçte biri kalmıştı geriye.
Paris'e giren ilk birlik, Salinger'ın birliğiydi. Kurtuluş sevinciyle pür neşe olmuş olan halkla çevrilmişti etrafları. Karşı İstihbarat Teşkilat'ında subay olan Salinger'ın işi, kendi aralarındaki köstebekleri ayıklamak ve Nazi işbirlikçilerini sorgulamaktan oluşuyordu. Paris'i temizlemeye başladıkları sırada, aynı takımda çalıştıkları bir subay ile birlikte bir Nazi işbirlikçisini tutuklamışlardı; ancak Paris'in öfkeli kalabalığı tutukluyu zorla ellerinden alarak linç etmişti.
J.D. Salinger
Ernest Hemingway'in de şehirde olduğunu duydu Salinger. Kendisi de o sıralarda kısa hikayeleriyle ün kazanmaya başlamış bir yazar olan Salinger, Amerika'nın yaşayan en meşhur romancısını bir şekilde arayıp bulmaya karar verdi. Onu bulabileceğinden neredeyse emin olduğu Ritz'e gitti doğrudan. Tam da tahmin ettiği gibi, Hemingway otelin küçük barına kurulmuş, genelde Paris'i, özelde de Ritz'i tamamen kendi başına özgürleştirmiş olduğunu anlatıyordu büyük bir kibirle.
Hemingway'in Ritz'i de kurtarmış olduğu söylemi büyük ölçüde yanlıştı. “Bundan başka bir şeyden bahsedemiyordu” diye hatırladıklarını anlattı orada bulunan gazeteci dostlardan biri. “Paris'teki ilk Amerikalı olmaktan çok daha öte bir şeydi bu. 'Ritz'deki ilk Amerikalı ben olacağım ve Ritz'i özgürlüğüne kavuşturacağım' diyordu hep.” Aslına bakarsanız, Hemingway Paris'e geldiğinde Almanlar oteli çoktan boşaltmışlar, otelin yöneticisi de kapıya kadar çıkıp, “Cheval Blanc'ı biz kurtardık!” diye Hemingway'e caka bile satmıştı.
“Gidin alın, o zaman” diyerek öfkeyle cevabı yapıştıran Hemingway, bu gerçeği birbiri ardına kafaya diktiği içkilerin yardımıyla sindirmeye çalışmaya başladı. Ritz'i kendine ev haline getirmeye devam etti Hemingway. O günden sonra Paris'in özgürleştirilmesine kılıf bulmaya çalışmakla uğraşacak değildi ne de olsa, daktilosunu da uğraşabilecek birine ödünç vermişti zaten. Kendisi de zamanının büyük bir kısmını barda Perrier-Jouet içerek geçiriyordu.
Kurtuluş gününde öğle yemeğinin üzerine kanyak içerken, kadın konuklarından biri zafer geçidini izlemeye gitmek istediğini söyledi “Niye ki?” diye cevap verdi Hemingway. “Kızım, otur şuraya, iç şu güzel kanyağı.Daha ne geçitler görürsün kim bilir, ama Paris'in kurtulduğu günden sonraki gün Ritz'de öğle yemeği yeme şansını bir daha asla yakalayamazsın.”
Günler böylece geçerken, Hemingway de Ritz'de boy gösterip, kaç Almanı gebertmiş olduğunu göğsünü kabarta kabarta anlatmaya devam ediyordu – gerçi kimse tek bir Almanı öldürdüğünü bile hatırlamıyordu ya, neyse.
Ernest Hemingway
Salinger geldiğinde, genç yazarı eski bir dost gibi karşılayan Hemingway, onu Esquiredergisindeki fotoğraflarından hatırladığını ve tüm öykülerini okuduğunu söyledi. İkisinin herhangi bir bağlantısı var mıydı ki? Kendisine ait bir öykünün yayınlanmış olduğu bir Saturday Evening Post gazetesi çıkarıp, Hemingway'e okutan Salinger, Ritz müdaviminin tebriğini aldı. İki yazar saatler boyunca oturup konuştular. İçten içe Fitzgerald'ın yazılarını daha çok seven Salinger, Hemingway'in dışarıya yansıttığı kişiliğiyle gerçek kişiliği arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu gördüğünde hem şaşırdı, hem mutlu oldu; “cidden iyi bir adam” olarak görüyordu onu.
Birkaç gün sonra, Hemingway, “4. Bölük'te Jerry Salinger isimli bir çocukla” tanıştığını söyledi bir arkadaşına. Gencin savaşı nasıl reddettiğini ve yazmak için nasıl ölüp bittiğini anlattı. Salinger'ın ailesinin çocuğa New Yorker gazetesini sürekli olarak nasıl gönderiyor olduklarından da etkilenmişti.
İki adam bir daha hiç bir araya gelmediler, ama birbirlerinden haberdar oldular. Cömert bir akıl hocasıydı Hemingway. “Müthiş bir kulağın var bir kere, ayrıca işleri sulandırmadan, kibar ve sevgi dolu bir dille yazıyorsun... hikayelerini okuyup, lanet derecede iyi bir yazar olduğunu düşünmek beni nasıl mutlu ediyor bilemezsin.”
Tek bir görüşmeyle bile aralarında nasıl bir samimiyetin oluşmuş olduğu, Salinger'ın sonraki sene çatışma stresi sebebiyle Nürnberg'deki bir askeri hastenede tedavi görürken Hemingway'e yazdığı mektuptan belli oluyor:
“Sürekli bir bunalım halinde olmamın dışında hiçbir sorunum yok benim, dolayısıyla da aklı hala başında olan biriyle konuşmanın bana iyi geleceğini düşündüm. Cinsel hayatımı (ki şimdikinden daha normal olamazdı – Tanrı'ya şükür!) ve çocukluğumu (o da normaldi) sordular bana... Ordu hep hoşuma gitmiştir bugüne kadar... Bizim bölgemizde tutuklanması gereken birkaç kişi kaldı sadece. Aşağılık tavırlara bürünen, on yaş altı çocukları topluyoruz şimdi. O güvenli tutuklama formlarını Ordu'ya götürmem lazım, Rapor'u da bir güzel şişirmem.
...Ensest konular içeren öykülerimden birkaç tane daha yazdım. Birkaç şiir ve planladığım bir oyunun bir parçası da var yazdıklarım arasında. Eğer olur da bir gün Ordu'dan ayrılmayı başarırsam, oyunun yazımını bitirebilir ve benimle birlikte oynaması için Margaret O'Brien'ı davet edebilirim. Kafama askeri traşı vurup, göbek deliğimin üstüne de Max Factor gamzesi yerleştirdim mi, Holden Caulfield'ı kendim bile oynayabilirim. Bir keresinde, “Journey's End” (Yolculuğun Sonu – R.C. Sherriff) oyununda Raleigh'ı oynarken, çok duygusal bir performans koymuştum ortaya.
Ordu'dan çıkabilmek için sağ kolumu bile verirdim; ama psikolojik sorun sebebiyle değil, 'bu adam Ordu hayatına ayak uyduramaz' sebebiyle olmalı. Aklımda epey duygusal bir roman fikri var, ama 1950 yılına gelindiğinde romanın yazarına pislik denilmesini istemiyorum. Tamam, pisliğin teki olabilirim, ama yanlış insanların bunu öğrenmesine gerek yok.
Keşke bana çabucak iki satır bir şey yazabilsen. Bütün bunlardan uzak kaldığında daha mı kolay düşünebiliyor insan? Yani yazmak açısından diyorum.
Bu dönemlerde, Salinger, bugüne kadar tahammül etmek zorunda kaldığı bazı korkunç olaylar sebebiyle sinir krizleri geçiriyor, ruh halini kontrol edemiyordu. Biyografisini yazan Ian Hamilton, Salinger'ın Hemingway'e yazdığı içten mektubun göründüğü gibi olmadığını, okunduğu şekilde değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor. Hamilton'a göre, “neredeyse delice neşeli” bir mektup bu. Büyük ihtimalle haklıdır. Yıllar sonra, Salinger, “Ne kadar uzun yaşarsan yaşa, yanan insan etinin kokusunu burnundan hiçbir zaman tamamen atamazsın” dedi kızına.
1946 yılında,Greenwich köyündeyken, Jerry Salinger, o eski gösterişini bir nebze olsun geri kazandı. Poker arkadaşlarıyla masaya oturduğunda, tanınmış yazarların büyük bir kısmını acımasızca yerden yere vuruyor, sözlerinin hedefine Hemingway'i de koymayı unutmuyordu. “Aslına bakarsanız, Melville'den sonra gelen hiçbir Amerikalı yazarlar arasında harbiden iyi yazan kimsenin olmadığını düşünüyordu – ta ki J.D. Salinger ortaya çıkana kadar” diye hatırlıyor Salinger'ın poker arkadaşlarından biri.
Öte yandan, Hemingway, çağdaş yazalardan en sevdiği üç kalemi sayarken Salinger'ı da eklemekten mutluluk duyuyordu. Hemingway öldüğünde, Salinger'ın “Gönülçelen (Çavdar Tarlasında Çocuklar)” kitabının bir kopyasını kütüphanesinde buldular. Akıl hocalığı yaptığı genç yazarı karşısında bulan ne ilk yazardı Hemingway, ne de son.
Kimseyi beğenip sevememiş ki Salinger, Hemmingway i sevsin..
Bu hikayenin kötü adamı yok.
İlah bu insanlar! Harika bir yazı.
Yeni yorum gönder