İspanyol edebiyatının uluslararası çoksatar yazarlarından Carlos Ruiz Zafon, “Rüzgarın Gölgesi”yle başlayan yolculuğuna “Meleğin Oyunu”yla devam ediyor. 1900’lerin ilk yıllarının yarı karanlık atmosferi içinde kaleme alınan erotik cinayetler, şehrin dehlizlerinde varlık bulan gizemli dev bir kütüphane, bu kütüphanede sırlanarak yeraltından yeryüzüne sirayet eden lanetli kitaplar kol geziyor bu hikayede de. Tanrı misali kaderi yazdırmaya çalışan tuhaf yayıncılar, kime hizmet ettiği bilinmeyen dedektifler, elde edilemeyen kadınlar ve kırık aşk maceraları da cabası...
Carlos Ruiz Zafon, kökleri “Üç Silahşörler” ve “Monte Kristo Kontu” ile Aleksander Dumas’ya uzanan, en büyük çıkışını Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanıyla yapan, Agatha Christie’den Arturo Perez Reverte’ye, Ellis Peters’den Matthew Pearl’e devam eden ‘tarihi polisiye/gizem türü’ içinde kalem oynatan bir yazar. Meleğin Oyunu için ise özellikle 2000’li yıllarda seveni/okuru çoğalan bu türün iyi örneklerinden biri diyebilirim. Zafon, roman boyunca dönem İspanya’sının ruhunu ustalıkla kullanarak sanayileşme döneminin başlarındaki Barcelona’yı hikayenin kahramanlarından birine dönüştürmeyi; hikayenin sonuna kadar okurun merakını ayakta tutmayı; polisiye bir son yerine, hikayedeki gizeme dayanarak kurgusunu tamamlamayı tercih etse de okurunu hayal kırıklığına uğratmamayı başarıyor. Ve işte bu nedenlerle de “Meleğin Oyunu” haftanın en şahane kitabı oluyor.
Gelelim hikayeye... Kahramanımız David Martin, en parlak yıllarını çoktan geride bırakmış Sanayinin Sesi gazetesinin eski odacısı, yeni yazarı... Bu parlak ama son derece yoksul yeni yetme, şehrin ileri gelenlerinden olan Paul Vidal’in hamiliğinde dedektif hikayeleri yazarak yavaş yavaş yükselmekte. Ancak erken yaşında hızla gelen ün onu gazetesinden ve gazetecilikten koparacak, hayatını takma adla yazdığı Lanetliler Şehri adlı bir dizi-roman’a bağlayacak. En azından bir süreliğine... Ta ki, aşık olduğu kadın, aynı zamanda hamisi Paul Vidal’in de şöförünün kızı olan Christina, yazarlık kabiliyetini bu tür ucuz romanlar yazarak harcadığını kahramanımıza hissettirene dek.
Bu düşünce Martin’i aynı anda iki roman yazmaya yöneltir. Birisi kendisinden habersiz Paul Vidal adına yazdığı roman, diğeri ise kendi adıyla sanıyla yayımlanacak ilk romanı yani Cennetin Merdivenleri... Ancak her iki romanın kaderi de edebiyat dünyasının çarkları arasında öğütülmek suretiyle, başından beri belli olan bir sona bağlanır: Vidal adına yazılan roman göklere çıkarılırken, Martin’in kendi adıyla basılan roman yerin dibine sokulur. Öyle ki Martin’in annesi bile sembolik şekilde romanı hiçbir şeye benzetemeyip çöpe atar. Bütün bunlardan sonra Martin için tek bir seçenek kalmıştır, kendisini ve kalemini büyük paralar karşılığı satın almak isteyen, ona yeni bir din yazdırmaya çalışacak gizemli ve tehlikeli yayıncı Andreas Corelli’yle anlaşmak...
Lanetli olduğu söylenen yaşadığı ev ve bu evin eski sahibine dair keşfettiği bir takım sırlar, David Martin’i giderek tuhaf bir oyunun içine çekmektedir. Bütün bunlara şehrin dehlizlerinde bulduğu devasa gizli kütüphane, bu kütüphaneden tesadüf eseri çıkardığı ‘ölüler kitabı’ ve ardı ardına gelen cinayetler de eklenince kahramanımızın hayatının başkaları tarafından çok önceden yazılmış, sonu ölümle bitecek bir hikayenin merkezinde yer aldığı anlaşılır. David Martin’in kaleme aldığı kitap aslında bir ölüm fermanıdır, onun ardından gelecek olanların hayatlarıyla oynayacak, şeytanın oyununa alet edilecek bir ferman...
Başta da belirttiğim gibi, bu gizemlerle örülü hikaye her şeyi apaçık ortaya seren polisiye bir sonla noktalanmıyor. Yazar, okurunun aklına gelebilecek türlü teorileri ayakta tutmayı tercih etmiş. Ancak, roman baştan sona her şeyiyle, hatta hikayenin geçtiği tarihle bile “roman çağını” masaya yatırıyor, diyebilirim. Yazar ve yayıncı arasındaki rolleri yaratıcı ve yönlendirici olarak karakterize edip gerçekle kurgu arasındaki ince sınırı, bu sınırın zihnimizde ihlal edildiği yönleri vurguluyor Zafon. Tıpkı Corelli’nin bir görüşmeleri sırasında Martin’e dediği gibi: “Her şey bir masaldır Martin. İnandığımız, bildiğimiz, hatırladığımız hatta rüyasını gördüğümüz şeyler. Her şey bir hikayedir, bir olaylar silsilesiyle ve kişilerle duygusal bir içeriği anlatır. Biz sadece hikaye edilebilen şeyleri gerçek olarak kabul edebiliriz.”
“Meleğin Oyunu”, tarihi polisiye/gizem türünü seven okurları da, Zafon’la yeni tanışacak olanları da, çoksatar romanların takipçilerini de hayal kırıklığına uğratmayacak...
Yeni yorum gönder