Son dönem Türk edebiyatında kendine bambaşka bir yer açıp oraya sessiz sakin kurulmuş bir yazar, Sezgin Kaymaz. Fantastiktir ama kurgu değildir yazdıkları; olağan ile olağanüstü arasındaki sınırda serbestçe gezinir; dili işleyiş biçimi kendiliğinden kusursuz, sezgileri kendiliğinden güçlü; mizahı sahiden en yüksek mertebede işleyen, kendiliğinden kahkahalı yazar…
“Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir” ile hayatımıza giren Kaymaz, sekizinci romanı “Kün” ile düşle gerçek arasında sürekli gidip gelen aklımıza, bu suretle de hep karışık olan gönül tahtımıza bir kere daha oturuyor. Kediler gibi birazı burada birazı öteki tarafta olanlara kün, diyor, ol, diyor. Bu sözü ciddiye alıp olasınız tutarsa eğer, koskoca bir kahkahayı da suratınıza patlatıyor. Gel de, deli olma...
Hikayemiz X ve Y kromozomunun hikayesiyle başlıyor. Basit bir akıl yürütmeyle, nasıl ki Osmanlı soyunun üçüncü, hadi bilemedin, beşinci kuşaktan itibaren Osmanlı’yla falan ilgisinin kalması gibi, erkeğin de erkekliğinin insanlık tarihinin çok erken bir dönemde teorik olarak, kalmadığının kanıtlanmasıyla başlıyor yani. İyinin ve Kötünün Ötesinde’ye “diyelim ki hakikat dişidir” diye giren Nietzschevari bir giriş yapıyor Kaymaz: “Varlık kadındır. Dişidir yaratım süreci. Tarlayı kaldır at, sabanı nerene sokacaksın bakalım. (…) Erkeğin yok oluşunun geçmişte nasıl tapıyorsa bugün de öyle taptığı öz çükünün elinden gelmesi, tanrısal bir espridir hazar.”
İşte böylelikle yapısını, dişil ve eril, iyi ve kötü, olağan ve olağanüstü gibi, insan ruhunu kıyıcı, huzursuzluk verici, çelişkilerle dolu tanrısal ikilikler üzerinden kuran bir hikayeyle karşı karşıya kalıyoruz Kün’de. Önce bir doğum; yani kahramanımız Ömer’in döllenme süreci, sonra bir ölüm; diğer bir kahramanımız Şemsi’nin öldükten sonra bir kere daha öldüğüne ayma süreci, derken macera başlıyor.
Ankara’nın varoşlarından Yeşilbayır’ın kurulma sürecinde semtin mezarlığına da göz diken Muhtar, ölüleri yerinden oynatıyor. “Dalgalanıp duran anarşi dolu bir kefen denizi”ne dönüşüyor Yeşilbayır Mahallesi. “Ölüyor ölüler, yeteri kadar ölmemişler gibi...” Diğer tarafta, doğumundan itibaren bir olağanüstülük halesiyle gezen, ondandır ki bir dövüş horozu gibi dövüle dövüle 11. yaşına güç bela gelen Konya-Karaaslanlı Ömer, ölüleri öldürme ve de huzura erdirme mücadelesinin düğüm noktası olarak hikayeye yetişiyor. Ömer yalnız değil, Konya ağzıyla konuşan köpek Çeto, onu yirmi sekiz yıldır dinleyen ateist aydın - gönül insanı Hüdai Ağa, imam Muzaffer Hoca ve komiser Menderes var yanında. Ölülerin mezarlarına ve huzurlarına yeniden kavuşmaları gerek, ama açgözlü Muhtar, kazdırdıkça kazdırıyor toprağı, her namaza durduğunda onu halk türküleriyle şıkır şıkır oynatan iki ölünün çabaları sonuç vermiyor. Ömer’in imdada yetişmesi için, daha fazla daha fazla dövülmesi ve gelip Hüdai Ağa’nın kucağına düşmesi gerek, ama bunun olması için de Hüdai Ağa’nın mucizelere inanması şart. Kendisinin bir mucize olduğuna ikna olması… Ömer’in yaşadıklarına gönlü razı olmayan Muzaffer Hoca’nın sınavı ise koca Konya’da bulabileceği tek iyi yüreğin, tek gerçek müminin bir ateist olan Hüdai Ağa olduğunu kabul etmesinden geçiyor. Peki ya komiser Menderes? Onun derdi de pek nazlanmadan içine saplanıp kaldığı bürokratik temayülleri bir yana bırakıp yüreğini iyiye, iyiliklere açabileceği gerçeğiyle yüzleşebilmek.
İyi ama, kim bağlıyor bu kaderin incecik pamuk ipliklerini birbirine? Yanıtı Allaha sığınıp arayanlar da bilmiyor, sırrı bilginin içindedir diyerek eşeleyenler de. Ama ortada olan bir hikaye varsa, ne kadarının gerçek, ne kadarının yalan olduğunun bir önemi kalmıyor. Ne iyiler iyiliklerinden, ne kötüler kötülüklerinden vazgeçiyorlar Kün’de. Varlık üzerine sonsuz bir muhasebe sürüp gidiyor ama. Hem ürpertici hem de bir o kadar eğlenceli bir muhasebeye dönüşüyor bu Sezgin Kaymaz’ın dilinde. Sorduğu soruları yanıtlama, hikayesiyle dünyaya cevap verme çabası yok yazarın. İşin büyüsü kurup kurup sonra da keyifle bozmaktan geliyor. Olağanla olağanüstü arasında gezinip duran dilinin sırrını mucizeye dair düşünen Hüdai Ağa’nın içsesinden duyar gibi oluyoruz bir yerde: “Dikkatli bakarsan, mucizenin şaşılacak bir tarafı yoktu esasında. Hayat bir mucizeydi zaten. Geldiği gibi, olduğu gibi kabul edecek, debelenmeyecektin. Deliler deli değildi, mucizelere gözünü kapatıp ‘Ben görmüyorum demek ki mucize falan yok.’ diyen akıllılar deliydi. Tıpkı bunun gibi.”
Kün, Sezgin Kaymaz’dan şahane bir ustalık dönemi eseri. Kendi özgün dil ve kurgu evrenini yaratan, tür olarak nereye yaklaşsa, yaklaştığı yeri yapıbozumuna uğratan bir roman. Gel de ol’ma, gel de deli olma…
Görsel çalışma: Brent Ragland
* İletişim Yayınları, Kün için bir tanıtım videosu da hazırladı. Fatma Gökçe'nin yönetiminde Erkan Can'ın rol aldığı video için tıklayınız.
Yeni yorum gönder