Her şey, Julian’ın karısı Veronica’nın o akşam resim kursundan gelmemesiyle başlıyor ve bitiyor. Julian, Veronica’nın gelmeyişini üvey kızı Daniela’ya çaktırmamak ve onu huzurla uyutmak için “Ağaçların Özel Hayatı” adını verdikleri bir dizi uydurulmuş hikayeden birini seçiyor. Hikayenin kahramanları bir kavak ağacıyla bir baobap ağacı. Gecelerini kimse onları görmezken, fotosentez, sincaplar ve insanlar hakkında, insan, hayvan ya da aptal beton parçaları olmaktansa ağaç olmanın güzelliği hakkında konuşarak geçiren iki kahraman. Ve hikaye açılıyor açılıyor, on yıl geriye yirmi yıl ileriye sıçrayarak, bugünü, zamanı ve kişisel tarihe sirayet eden toplumsal tarihi hiç unutmadan genişliyor. Şilili yazar Alejandro Zambra, yüz sayfayı geçmeyen novellalalarına bir yenisini daha eklemiş oluyor kısacası. Sakin, ajite olmadan hüzünlü, sert olmadan vurucu diliyle dünya edebiyat okurunu etkilemeyi, edebiyata kendi adımlarıyla yön vermeyi sürdürüyor.
“Sonraki günün başlayıp başlamayacağı henüz kesinleşmedi, çünkü Veronica resim kursundan hâlâ dönmedi. Dönünce roman bitiyor. Ama dönmediği sürece kitap devam ediyor. Kitap o dönene ya da Julian onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor.” Zambra, görüldüğü üzere oyuncu bir yazar. Kendi içinde kendi hikayelerine dair göndermelerle dolu bir anlatım biçimi var. Zaten Julian’ın yazdığı kırk sayfalık kitap da bonzai yetiştiren bir adam hakkında kısa bir roman. Bu da, yazarın ilk romanı Bonzai’ye bir gönderme. Alejandro Zambra’yla yeni tanışacak okurlar, onun Bonzai ve Eve Dönmenin Yolları adlı kitaplarını Ağaçların Özel Hayatı’yla birlikte ele alırlarsa, birbirine açılan kapılar gibi kısa ve heyecanlı bir yazın yolculuğuna çıkacaklar, diyebilirim.
Beklenen gelmediğinde
Hikayemize devam edersek... Veronica gelmiyor. “Romanlarda birisi gelmediğinde, diye düşünüyor Julian, sebebi başına bir şey gelmiş olmasıdır. Ama neyse ki bu bir roman değil: Veronica birkaç dakika içinde gerçek bir hikayeyle, gecikmesini haklı çıkaracak bir mazeretle geri dönecek, sonra da resim dersinden, kızdan, kitabımdan, balıklardan, artık bir cep telefonu almamız gerektiğinden, fırında duran bir parça muhallebiden, gelecekten, belki biraz da geçmişten bahsedeceğiz. Julian içini rahatlatmak için edebiyatın ve dünyanın gelmeyen kadınlarla dolu olduğunu düşünüyor, feci kazalarda ölen kadınlarla, ama en azından dünyada, hayatta, beklenmedik bir şekilde hastaneye giden bir arkadaşına eşlik etmesi gereken kadınlar da var ya da yolun ortasında lastikleri patlayan ama yanlarında bir kişinin gelip de yardım teklif etmediği kadınlar.” Julian, haftanın altı günü öğretmen, bir günü yazar. O, bir kahraman olarak hayatı ve gerçeği, unutmayı ve hatırlamayı edebiyattan ayrı düşünmüyor. Zambra ise bir yazar olarak hafızanın ve yazının gerçekliği üzerine düşünüyor. Şili gibi gerçeküstünün, büyülü gerçekçiliğin kol gezdiği bir coğrafyada gerçek üzerine düşünmek, gündelik hayatın sıkıcılığına ve kırılganlığına mahkum olmadan bunu yapmak zor. Zambra, iyi yazar. Zorluğu kendiliğindenmiş gibi aşmayı başaran, başarı duygusunu okuruna sezdirmeyen bir yazar.
Gelelim okura... Hikayedeki yazarın okuru, henüz küçücük bir kız olan Daniela. Zambra, bir yazarın boşluğa doğru değil, bir büyük boşluk içinde anlamlı bir nokta gibi görünen okura doğru yazdığını biliyor. O anlamlı noktanın anlamlı olabilmesi için ise bir hayata, bir geçmişe ve geleceğe ihtiyacı var. Julian, Daniela’nın gelecekte onun yazdığı kitabı okuduğunu hayal ediyor, bu hayalin içine de kendisinin, ülkesinin ve elbette Daniela’nın geleceğini de sığdırıyor. Beş yıl aralıklarla ilerliyor. Ve nihayetinde bu yazdıklarının Daniela için öyle çok da hayati olmayabileceğini kuruyor. O zaman yazmanın ne anlamı var?
İşte hikaye bu soruda duruyor. Beklenen gelmiyor, Veronica gelmiyor, Daniela uyuyor, yazar niye yazdığının sorusuyla, hayatla, varoluşunun dingin sıkıntısıyla ve aşkla baş başa kalıyor. Kapanan bir kitap olarak hayatla baş başa, dünyaya dahil olmak istiyormuşçasına, dışarıya bakan bir pencereye yaklaşarak…
Dünya edebiyatını kısa süre önce ele geçiren bir anlatım biçimi, daha doğrusu, anlatıya yeni bir yaklaşım söz konusu. 100 sayfayı geçmeyen, uzun öykü ve kısa roman arasında duran, novella diyebileceğimiz türde yazılan ve son derece kişisel, minör hikayeler çok seviliyor, çok okunuyor. Ancak bu minör hikayelerin önemli bir özelliği var. Yazıldığı coğrafyadan ve toplumsal tarihten izler taşıyorlar. Kaba tabiriyle darbeler, savaşlar, önemli toplumsal değişimler gibi büyük tarihi olayların küçük insanların hayatlarına düşürdüğü gölgelerin peşinden gidiyor, bu gölgelerin izlerini sürüyorlar. İşin mahareti, büyüleyiciliği oradan geliyor. Yeni edebiyat toplumsal gerçekleri anlatma derdine düşmeden, tek tek olaylara odaklanmadan birey oluş mücadelesi veren insan zihnine, gerçeğe, düşlere ve özellikle de hafızaya odaklanıyor. Zambra da işte bu yeni edebiyatın öncüllerinden, parlak kalemlerinden: "Hafıza bir sığınak değil. Sadece artık var olmayan sokak isimlerinin tutarsız uğultusu kalıyor geriye."
* Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder