“Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yad edilemem!” İşte tam da bu yüzden unutulmuş olmalı adı... Ayağını yere vurup “ben yazar Suat Derviş’im” diye bağırdığı, bağırabildiği için hayata, ta 1940’larda… Erkek egemen Türkiye edebiyatı ve Türkiye entelijansiyası, bu hem komünist, solcu hem de kadın yazarlık mücadelesi veren yazarı itinayla zayıf hafızasının derinliklerine gömmekte başarılı olmuş. Tıpkı türünün diğer örneklerine hep yaptığı, yapmaya çalıştığı gibi… Lakin görülüyor ki ne olursa olsun, edebiyatın kendi başına işleyen hafızası o kadar da karanlık ve sığ değildir. An gelir Suat Derviş de, ayağını yere vuran diğerleri de, hızla gönderildikleri yerden ağır ağır çıkagelir.
Kimdir peki Suat Derviş? 1905 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk gençlik yıllarından itibaren politik hareketin ve yazın hayatının içindedir. 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’na bağlı Kadın Varlığı adlı derneğin kurucularından olur. Yeni Edebiyat dergisini 1941’de kapatılana kadar çıkarmıştır. Arada her solcu gibi sol görüşlerinden ötürü tutuklanır. Tutukluluğunun ardından Bab-ı Ali kapılarını onun da yüzüne kapatır. Takma isimle yazmak zorunda kalır. Tam dört kez evlenir. On yıl Fransa’da ve çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşar. 60’larda geri döner. 1970’de Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuruluşunda yer alır. 1971 yılında solcu gençleri evinde saklamaktan dolayı, yani ölümünden bir yıl önce yine tutuklanmıştır… Makaleler, fıkralar, çocuk masalları, radyo piyesleri, skeçleri, tiyatro oyunları yazar, çeviriler yapar. Ve böyle yoğun bir ömre tam on dört roman sığdırır… Peki böylesine verimli, böylesine yaratıcı ve hareketli bir kalem nasıl olur da unutulur, böylesine görmezden gelinir? İşte tam bu nokta bizi üzerinde uzun uzun düşündürmelidir. Kurumsallaşma mücadelesi vermekten hiç vazgeçmeyen ve bu uğurda kuruma aykırı her yazarı tek tek dışlayan edebiyat çevrelerinin baskın ve baskıcı tutumları üzerine ne kadar düşünsek azdır.
Ya Fosforlu Cevriye’yi bilmeyen, tanımayan var mı? Evet, kendisi Yeşilçam’ın gözbebeklerinden biridir. Yaratıcısı ise Suat Derviş’in ta kendisidir. Burjuva bir Osmanlı çocuğu olarak başladığı hayatına solcu, toplumsal gerçekçi bir yazar, bir aydın olarak devam etmeye çalışmış, bu çabasını da son nefesine kadar sürdürmüştür Suat Derviş. Fosforlu Cevriye de onun bu duyarlıkla yarattığı İstanbullu bir sokak çocuğu, bir sokak fahişesidir. Bir yıldızdan dünyaya düştüğünü zanneden, yüreği saf ve ışıklı, ağzı bozuk ve kara sevdalı bu sokak kızı edebiyatımızın halen zihinlerde yaşayan en canlı kahramanlarındandır.
Aa, karakolda ayna var!
Hikaye soğuk bir kış gecesi bir Beyoğlu karakolunda başlar. Evet, hani o hepimizin çok iyi bildiği aynalı karakol... “Cevriye’yi ilk defa bu karakola getirdikleri zaman, büyük bir sevinçle:
-A! Karakolda ayna var, diye ellerini çırpmış ve aynaya doğru koşmuştu.
Cevriye’nin kendini bir defada yukarıdan aşağıya kadar gördüğü biricik ayna buydu. Tepesinden tırnağa kadar kendi aksini birinci defa olarak görmekten o akşam o kadar büyük bir zevk duymuştu ki yakalanmış olmaktan hissettiği üzüntüyü hemen unutuvermişti. Evet, karakolda ayna vardı… Bu aynaya kimse bakmazdı. Bu karakol aynası sadece sürtüklerin kendilerini seyrettikleri aynaydı.”
Cevriye aynalı karakola düşmüştür işte yine. Sokakta iş beklerken her zaman olduğu gibi saçlarındaki ıslak pırıltılar yüzünden enselenmiştir polise. Fosforlu lakabı oradan gelir. O İstanbul sokaklarının en gariban ama bir yandan da hazin bir şekilde en güzel kızı, en güzel fahişesidir. Saçları, gözleri, teni, içinde bir ateş varmış gibi pırıl pırıl parlayan Cevriye, anne ve babasını hiç hatırlamadığı için olduğu kadar, bu parıltılar yüzünden de bir yıldızdan dünyaya düştüğünü zanneder. Bir gece sokakta uğursuzun biri eline bir eroin paketi tutuşturup kaçınca bir yıl boyunca hapis yatmış, iki yıllığına da Bursa’ya sürülmüştür. Ama Bursa’da sürgünün bitmesini bekleyememiş kaçıp gelmiştir yine İstanbul’a. Bursa’da ya da başka yerde duramaz Cevriye. Sevdalıdır çünkü: Evvela İstanbul’a, sonra da O’na… Adını bile bilmediği, abi diye seslendiği bir kanun kaçağına sevdalı olması her şeyi göze almasına sebep olur. Ve onu karakolda tanıdığımız bu soğuk gecede de, polisin elinden sıvışıp O’na gitmenin yolunu aramaktadır.
Cevriye hikaye boyunca bir yandan O’nu ararken, bir yandan da geçmişe giderek olanları hatırlar. Suat Derviş, bu samimi ve naif sokak kızının ağzından bir dönem Türkiyesini ve zamanın ötesine geçecek kadar büyük olan bir aşkı anlatır bizlere. Cevriye’nin kaderine müdahale etmez Suat Derviş; İstanbul sularında doğan, hazin sonunu yine İstanbul sularında bulacaktır... Cevriye’nin kaderi melodramatik bir roman kahramanı olduğu için değişip güzelleşmeyecek, su testisi yine su yolunda kırılacaktır. Suat Derviş, kaderine müdahale etmediği gibi, kadere de isyan ettirmez Cevriye’yi. Cevriye içinde bulunduğu şartları, içine doğduğu hayatı benimser, insanın içini burkacak derecede kabullenmiştir her şeyi. O’na da o yüzden aşık olmuştur aslında. O, hayatında ilk ve son defa Cevriye’ye siz diye hitap eden, gerçek bir bayan, haydi doğrusunu söyleyelim, bir insan gibi davranan tek erkektir. Elini Cevriye’ye sürmez, sırrını onunla paylaşmaz. Cevriye’yi gerçekten sevip sevmediği bile tam olarak belli değildir. İşte Cevriye ne anlıyorsa her şeyden, biz de o kadarını bilir, okuruz. Ötesi yoktur. Cevriye’de, Cevriye’nin ötesi yoktur.
Suat Derviş, başta da söylediğim gibi toplumsal-gerçekçi bir yazar. 40’ların İstanbul’unu bir sokak fahişesinin gözünden, son derece akıcı bir dille ve sade bir gözlem gücüyle ve hatta neredeyse tuhaf bir şekilde ta içeriden anlatmayı başarıyor. Değişen kent yaşamında, insanların içine yerleşmiş kötülüğü, yalnızlığı, vahşiliği eleştirel bir bakışla kavrarken, o dönemin, içinden azınlıkların henüz ayıklanmamış olduğu, toplumsal yapısını da hatırlatıyor bizlere. Cevriye’ye kol kanat gerenlerin çoğunun, Dikranui’dan Barba ve Kosti’ye, Çatlak Marika’dan yaşlı Mayrık’a azınlıktan olması, gönül telimizi ayrıca titretiyor.
İçimizi titreten son şeyse, Suat Derviş’in bir yazar olarak kahramanı Fosforlu Cevriye’yi çok ama çok sevmesi; tüm gerçekçi olma çabalarına, tarafsız gözlem gücüne rağmen gerçekte hiç olamayacak kadar “iyi” bir kahraman yaratması ve ona inanması. Ama sanırım, Suat Derviş Cevriye’yi bu kadar sevmese, Cevriye de bu kadar fosforlu, samimi ve unutulmaz olamazdı…
Yeni yorum gönder