Kadere başkaldırmak şüphesiz bir kahramanlıktır. Hatta kahramanlık dediğimiz şey, her şeyden önce kadere başkaldırmakla başlar belki de. Hikayelere bakacak olursak, sonu da iyi biter genellikle; kader değişir, kahraman olgunlaşır, bir anlamda mutlu son yakındır. Kahraman hem dünyayı hem de kendisini değiştirmiş olacaktır büyük ihtimalle. Onunla birlikte bir erinç kabarır coşar yüreğimizin içinde. Tabii söz konusu sadece ve sadece erkeklerin kahramanlık hikayelerinde… Kadere başkaldıran bir kadın olursa ne olur peki? Eril düzenin devamlılığını sağlamak üzere, çoğunlukla da vatanperver, militarist bir çıkış değilse bu, sonu hazindir. Kaderine başkaldıran kadın, hayattan itinayla çekilir; deliliğe, cadılığa, meczubiyete çıkarılır. Hikayenin sonu başından bellidir, ölüm kollamaktadır meczup kadın kahramanımızın yolunu… Hem ona kahraman demek için, bin şahit gerekir! Şebnem İşigüzel, son romanı Gözyaşı Konağı ile genç bir kadının kaderle mücadelesinin hikayesini anlatıyor bize. İncitici, çaresiz, sevgi dolu, aşk dolu ve hazin bir hikaye. Yani, her şeyiyle bir kadın hikayesi.
1800’lerin sonunda, geç Osmanlı dönemi İstanbul’undayız. Sonradan zenginleşmiş, ama çok zenginleşmiş bir Müslüman-Türk tüccar ailesinin çelişkilerle dolu yaşamında... Kahramanımızın adı yok ama tüm çelişkileri, ikiyüzlülükleri, olmamışlıkları olamamışlıkları gören gözleri var. Bütün gördüklerini içten içe bize anlatan dili var. Bir yandan yaşam mücadelesi veriyor bir yandan anlatıyor. Karnında gayrimeşru bebeğiyle ailesinin kadınları tarafından yanına bir kadın köle verilip Büyükada’ya gönderiliyor, Gözyaşı Konağı’na, annesinin henüz dekorasyonunu tamamlayamadığı köşkün tavan arasına… Burada piçini gizlice doğuracak, sonra kölesi tarafından bebeğin icabına bakılacak ve her şey yine eskisi gibi olacak. Olacak mı sahi? Ataerkinin çarkları her zamanki gibi tıkır tıkır işliyor, ne kadar zengin bir ailenin kızı olursa olsun, tecavüze uğramış bile olsa, mağdur bile olsa, artık onun genç yaşamının affı yok. Sürgün hayatı boyunca boğazına takılan ip gün be gün sıkışıyor. Ama hayat mucizelerle dolu. Hayatın en büyük mucizesi olan aşk, Büyükada’da gelip buluyor kahramanımızı. Ada’nın arkasında bir dalyan kulübesinde yaşayan Mehmet’le kesişiyor yolları. Mehmet, Sultandan kaçan bir muhalif. Balıkçı kılığında gözlerden uzak yaşamaya çalışan Mehmet de, sözünü sakınmayan bu karnı burnundaki kaçağa âşık oluveriyor. Ve ümitle doğumu beklemeye başlıyorlar. Devletten, aileden, toplumdan kaçabilecekler mi? Aşk onları ve kimsenin istemediği suçsuz bir bebeği yaşatabilecek mi?
Kahramanımızın adı yok ama tüm çelişkileri, ikiyüzlülükleri, olmamışlıkları olamamışlıkları gören gözleri var. Bütün gördüklerini içten içe bize anlatan dili var.
Gözyaşı Konağı için en başta bir kadın hikayesi demiştim. Anlatıcı-kahramanın yanı sıra pek çok kadın karakterle zenginleşmiş bu romanda en önemlilerinden bir tanesi de kahramanımızın annesi. İşigüzel, ağırlıklı olarak, yaşadığı değişim döneminin tüm çelişkilerini içeren bu kahraman aracılığıyla kaleme aldığı dönemi aktarıyor roman boyunca. Beş yaşında köle pazarında satılan, sonra tesadüf eseri satıldığı aileye gelin olan bu kadının tıpkı Tanzimat romanı karakterleri gibi büyük bir görgüsüzlüğü ve Batı özentisi var. Onun için Batı demek, özgürlük demek. Ama özgürlük boyanmak, Fransız kadınları gibi giyinip evini dekore etmek ve hayatta yakaladığı zenginlik fırsatını sonuna kadar, görgüsüz görünmek pahasına yaşayabilmek demek. Romanın en kuvvetli bölümü, onun üç kızını da yanına alarak, kaldıkları otelden -Fransız kadınları gibi- başı açık, peçesiz, yeldirmesiz gizlice gezmeye çıktığı bölüm; o gizlice yaşamak istediği özgürlük duygusu... Özgürlüğüne böylesine düşkün bir kadının, iş kızını topluma karşı korumaya gelince neden kahredici bir tercih yaptığının cevabını bize roman veriyor.
İçgüdüsel farklılık değil, feminizm
Romanın daha ilk cümlesinden itibaren anlıyoruz ki kahramanımız annesinden ve ablalarından birkaç adım önde. Hem duyarlık bakımından hem de farkındalık... Ancak yazar, kahramanının farklılığının altını çizse de, bunun nedenleri üzerinde çok durmamış gibi görünüyor. İçgüdüsel, doğal bir farklılıkmış gibi anlatıyor daha çok. Oysa 1876, Tanzimat döneminin bitiş yılı. Bu Osmanlı kadın hareketinin doğup güçlendiği, kadınların edebiyatta, sanatta, toplumsal yaşamda yavaş yavaş söz talep etmeye başladığı çok kritik bir dönem. Deyim yerindeyse, günümüz feminizminin tohumlarının atıldığı ve bugün feministlerce birinci dalga feminizm olarak adlandırılan bir dönem. Ancak gelgelelim, kahramanımızın bu dalganın etkisinde kaldığına, başkaldırısının altında böyle dönemsel bir etkinin varlığına dair açık bir ipucu vermemiş yazar. Roman boyunca açıkça böyle bir gönderme, bir selam olmaması, kanımca hikayenin ağırlığını seyreltmiş. Kahramanımızın okuyup yazmasını, ona azıcık Fransızca öğretilmiş olmasını saymıyorum. Bir küçük eleştiri de Mehmet’le ilgili. Onun kaçaklığı, tam olarak neye, niye muhalefet ettiği üzerinde görece az durulması da yine bu güçlü hikayeyi zayıflatan unsurlardan biri.
Gözyaşı Konağı’nın en dikkate değer özelliklerinden birisi ise, çoksatar market kitapları haricinde, ana akım edebiyatımız içinde son zamanlarda hemen hiç göremediğimiz türden bir dönem romanı olması. Tarih içinde, bugüne dair, bugünün toplumsal ve politik ortamına karşı direkt bir söz söylüyor olması… İşigüzel’in dili sade, dupduru, akıcı. Okurunu hikayesinin içine kolayca çekiyor. “Zulmün elinde asi olmayana hayat yoktur,” diyor Şebnem İşigüzel ve asilerin ömrünün kısacık olduğunu, biliyor.
* Görsel: Nora Yeksek
Yeni yorum gönder