Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Siyah Bant ile söyleşi: "Her yer sansür, her yer sınır"


Devletin 1980 darbesi döneminde ve 1990'larda uyguladığı açık sansürün günümüzde daha keyfi, çetrefilli ve katmanlı hale geldiğini söyleyebiliriz. Sansür sadece devlet tarafından uygulanmıyor, devletin çıkarlarını korumaya hevesli, devletle işbirliği yapan devlet dışı aktörler de sansürün yaygınlaşmasında çok etkili.

Siyah Bant ile söyleşi: "Her yer sansür, her yer sınır"

 

AYŞE ÇAVDAR

 

Siyah Bant, sanata sansür siyasetini gözlemliyor, araştırıyor ve raporluyor. Sanki elit bir azınlığı ilgilendirir gibi duran sanata sansür siyaseti, aslında ülkenin içinde bulunduğu siyasal baskı ortamının en görünür olduğu alanlardan biri olarak ortaya çıkıyor. Siyah Bant’la mevcut iktidarın sanata yaptığı müdahalelerin, daha önceki dönemlerle nasıl bir süreklilik içinde olduğunu, dahası buradan nereye gidildiğini konuştuk.

 

Türkiye'de devletin kültür ve sanat ortamıyla ilişkisinde ne türden bir değişim var? Malum devletin en sıkı şekilde kontrol altında tutmak istediği alanlardan biridir bu alan, sizce sıkılaştırma eğilimi daha da artıyor mu?

 

Devlet müdahalesinin artıp artmadığı yönündeki sorulara yanıt vermemiz çok zor. Daha çok, değişen müdahale biçimlerinden ve aktörlerden bahsedebiliriz; devletin 1980 darbesi döneminde ve 1990’larda uyguladığı açık sansürün günümüzde daha keyfi ve çetrefilli hale geldiğini söyleyebiliriz. Sansür sadece devlet tarafından uygulanmıyor, devletin çıkarlarını korumaya hevesli, devletle işbirliği yapan aktörler de etkililer. Fakat, devletin sansür konusunda en tutarlı olduğu ve tüm güçlerini seferber ettiği yer, bölgede faaliyet gösteren Kürt sanatçılar. 1990’lardan bu yana sürdürülen denetim yoğunluğunda farklılıklar olsa da, Kürt hak mücadelesinde yer alan sanatçıların tüm sanatsal ifadeleri siyasal ifade, üstelik yasadışı ifade olarak tanımlanmaktadır. Bölgede yaptığımız araştırmada, “barış sürecinde”, süren davalar dışında yeni davalar açıldığını gördük. 2000’lerin başındaki görece rahatlamadan sonra, yine sanatçıları hedef alan söylemlerle karşılaşmaya başladık. Sadece sanatçılar değil, devletin bir tehdit olarak algıladığı tüm kişi ve kurumlar marjinalize edildi. Devletin hukuki veya fiilen herhangi bir sansür ediminde bulunması şart değil. Yarattığı bu endişe ve korku ortamında, doğal olarak, sanatçılar ve sanat kurumları öncelikle kendilerini sansürleyeceklerdir. Devletin izlediği başka bir yöntem ise yeni yönetmelikler ve yasalarla, meseleyi idari bir söyleme indirgeyerek sansür değilmiş gibi bir izlenim yaratmaya çalışması. Sinemada sinema destek yönetmeliğine getirilen +18 kuralı gibi. Bu uygulamaya göre devletten destek alan bir film, kurul tarafından +18 olarak değerlendiriliyorsa, filme verilen tüm destek geri talep edilebiliyor. Veya tiyatroları yeniden düzenleyen ve sanatı bir konseyin verdiği kararlar doğrultusunda desteklemeyi amaçlayan TÜSAK yasa taslağında olduğu gibi, bu gibi yeni düzenlemeler sanatsal ifade özgürlüğü açısından beraberinde birçok soru getiriyor. Son kertede diyebiliriz ki, devlet anayasa maddesinde belirtilen “sanatı ve sanatçıyı korumak ve desteklemek” hükümlülüğünü üstlenmiyor.

 

Devletin kültür ve sanat alanına dönük baskıcı politikaları, bu alana özel sektörün verdiği desteği de etkiliyor malum. Özel sektör devletle ne türlü bir uyum içinde Türkiye'de, korku ve otosansür bu alanda da geçerli mi?

 

Türkiye’de çoğu zaman sanat alanının tamamen (devlet tiyatrosu, opera ve bale dışında) özel sektöre bırakılması öneriliyor. AKP de 80’lerde başlayan eğilimi daha ileriye götürüyor ve buna yönelik kanunlar ve yönetmelikler çıkarıyor; sponsorluk yasası gibi. Veya devlet, kültür yatırımlarını teşvik kanununda olduğu gibi, teşvik eden bir konumda olmayı hedefliyor. Aslında devletin ve özel sektörün zaman zaman işbirliğine dönüşebilen bir çeşit iş paylaşımı içinde olduğunu görebiliriz. Özel sektör, devletten bağımsız finansmanıyla (vergi kolaylıkları gibi konuları göz ardı edersek) devletin sanatçılara yönelik kurduğu baskıdan muaf olduğunu iddia edebilir. Oysa özel sektördeki rekabet düzeyi ve sermaye olarak kendi varlığını devam ettirebilmek için devlete duyduğu ihtiyaç bazen devletten daha çok devlet gibi davranmasına yol açabiliyor. Bu, özel kurumlar ve bu kurumlarla çalışan sanatçılar arasında dayanışma kurmayı güçleştiriyor. Sansür vakalarını araştırırken özel sektörde yaşanan sansür girişimlerini aktarmakta sorunlar yaşanıyor. Devlet desteğinin olmadığı bir ortamda desteğe ihtiyaç duyan sanatçılar yaşadıkları sansür deneyimlerinin üzerini kapatmak zorunda hissediyorlar. Üstelik bu kurumların kamuya karşı ilkesel olarak şeffaflığı zorunlu görülmediği için bu tür vakaların açığa çıkması zorlaşıyor.

 

Sanat çevrelerinin verili duruma tepkisi nasıl?

 

Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı, sanatçıların müşterekleşmekte zorlandıklarını söyleyebiliriz. Tabii ki, 90’lar ve 2000’li yıllarda ortaya çıkan birçok sanatçı girişimi mevcut. Şanar Yurdatapan’ın kurduğu girişim veya Hrant Dink cinayetinden sonra sanatçılar arasında kurulan 19 Ocak Kolektifi gibi girişimler bu bağlamda çok önemli. Gezi süreci ile birlikte sansüre karşı dayanışma, örgütlenme çabalarının ve tartışmaların çoğaldığını söyleyebiliriz. Mesela TÜSAK tasarısı acil bir gündem olarak ortaya çıktı ve özellikle sahne sanatçılarının örgütlenmesine yol açtı.

 

Siz bu alana ve bu alandaki ilişkilere ne tür bir müdahalede bulunuyorsunuz? Bu müdahale ihtiyacını nasıl hissettiniz? Ne türden zorluklarla karşılaştınız?

 

2010 Hrant Dink Anısına Atölye Çalışmaları kapsamında tasarladığımız “Çağdaş Sanatta Sansür” oturumuna hazırlanırken sansüre uğrayan sanatçıların yalnızlaştırıldığını, sansür vakalarının kamuoyu tarafından pek bilinmediğini ve sanatta sansürü görünür kılmak için sansür vakalarını raporladığımız bir web sitesi tasarladık. Site bu vakaların görünür olması için önemli fakat yeterli değil. Sansürün farklı aktörleri ve yöntemlerini anlayabilmek için Türkiye’de farklı kentlere gidip oradaki sanatçılar ve kurumlarla görüşmek istedik; 9 kentte 80 görüşme yaptık. Bu görüşmeler sonucu edindiğimiz bilgiyi de ilk yayınımızda sunduk. İkinci hedefimiz ise sanatçılar arasında bir dayanışma ağı inşa etmek idi. Bunun zaman alacağı belliydi; bu nedenle öncelikle sanatta ifade özgürlüğü hakkı ve sanatçı hakları konusunda bir farkındalık yaratmak amacıyla sansür ve hukuk çalışmasını başlattık. Bir yıla yayılan çalıştaylar sonucunda yeni bir yayın çıkardık. Hazırladığımız raporlar ortaklık yaptığımız Index on Censorhip ve Artsfreedom web sitelerinde yayımlandı. İfade özgürlüğü hakkını tehdit edebilecek her uygulamayı takip etmeye ve bu uygulamalara karşı sanatçılar ve kurumlarla işbirliği içinde tepki vermeye çalışıyoruz.

 

 


 

 

* Görsel: Ali Çetinkaya




Toplam oy: 1196

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.