Dan Brown’un Da Vinci Şifresi romanı, malum, dünya üzerindeki neredeyse her dile çevrildi. Zamanında, yüksek bütçeli ve “yüksek” bir yıldızın başrolde olduğu bir Hollywood filmine de dönüşerek çok çok daha geniş kitlelerin ilgisine erişmişti. Bu tahmin edilemez boyuttaki ilgi, bazı girişimcileri harekete geçirmekte gecikmedi tabii. (Paris’e düzenlenen özel Da Vinci Şifresi turlarını hatırlayabiliriz.) Kaçınılmaz olarak, yayın dünyası üzerinde de bazı “yan etki”lere sebep oldu. Örneğin, Leonardo da Vinci hakkında, hiç olmadığı kadar kitap yayımlandı (üstelik bir Rönesans insanı olarak sınırsız kaynak sunuyordu Leonardo da Vinci). Bir diğer etki olarak da, Da Vinci Şifresi “benzeri” çok sayıda romanın art arda yayımlanmasına tanıklık etmiştik. Hemen hemen hepsi birbiriyle eş, şöyle bir çerçeveye sahipti: Günümüzle bağlantılı ama mutlaka tarihe yaslanan bir arka plan, sürükleyiciliği sağlayan polisiye bir kurgu, yaşanan olayların sebebi olarak dinsel bir temel ve mekan olarak da tarihi bir kent. (Da Vinci Şifresi’yle birlikte, o dönemde yayımlanan örneğin Imprimatur, Dante Kulübü, Kopernik’in Laneti, Tablodaki Sır gibi romanlara bu açıdan yeniden bakılabilir.) Sonradan, benzer bir ilgi dalgası –hatırlanacaktır– “çizgi klasikler” konusunda da yaşanmıştı; Shakespeare’in eserlerinden başlayarak dünya edebiyatının diğer klasiklerinden uyarlanan çizgi romanların, mangaların sayısı bir anda artmıştı...
Bir süredir de gençlik kitaplarında, genç yetişkin edebiyatında bir kıpırdanma olduğu söylenebilir. J. K. Rowling’in Harry Potter kitaplarıyla ısınan ve Stephenie Meyer’in Alacakaranlık serisinin, kelimenin iki anlamıyla da “parlattığı” vampirlerle (karanlıkta kalmaları gerekmiyordu Meyer’in vampirlerinin ve evet, ciltleri parlıyordu) devam eden süreç, şimdilerde özellikle Suzanne Collins’in Açlık Oyunları’yla genişlettiği kulvardan devam ediyor gibi görünüyor. Yine yüksek bütçeli ve beyazperdenin genç yıldızlarıyla süslenen uyarlama filmlerin de etkisiyle elbette... Bu dönemde yayımlanan romanların da birbirlerine benzer özellikleri var; örneğin, karşımıza çıkan bütün yeni kahramanlar aynı yaştı: “Birçok açıdan değiştiğimiz, dönüştüğümüz, tercihlerimizi temellendirmeye ve neyi sevip neyi sevmediğimizi daha iyi görmeye başladığımız, nereye ait olduğumuzu, burada ne yaptığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi tek bir açıdan değil, farklı açılardan yorumlamaya giriştiğimiz o yaşta, 16 yaşında…”
İşte SabitFikir’in bu ayki dosya yazısında Yankı Enki, yakın dönemde yayımlanmış Açlık Oyunları, Uyumsuz, Labirent, Kızıl Yükseliş, Kurucunun Kızı gibi bilimkurgu anlatıların, diğer bir deyişle, genellikle çocukluktan çıkmış ama yetişkin de sayılmayan kahramanların, “yetişkin” gibi davranmak zorunda kaldıkları öykülerin ortak özelliklerinden yola çıkarak şu soruların peşine düşüyor: Bu kitaplar ve filmler, “kurtulmaya çalışan” gençlerin mi, yoksa “kurtarmaya çalışan” gençlerin öykülerini mi anlatıyor? Anlatılarda çoğunlukla oyun temasının işlenmesi, dünyayı kurtarmak gibi ciddi bir konuyu gençlere yüklemenin bir biçimi olabilir mi? Gençlerin politik bir kurtarıcılığa soyunmalarının karşısında, aslında birileri tarafından “maşa” olarak kullanıldıklarını, birtakım planlara alet edildiklerini de iddia etmek mümkün mü?
Yeni yorum gönder