Dünyanın birtakım yalanlar ve birtakım kötülükler üstüne kurulu olduğu bilgisiyle yaşıyoruz. Demokrasi yalanları, medeniyet tuzakları her şeyin üstünü örten bir perde gibi, perdenin altında neler olduğunu -galiba- hepimiz biliyoruz. Hayal ettiğimiz dünya hiç gelmedi, gelmeyecek. Belki de hayal ettiğimiz gibi bir dünya bir yerlerde var, ama biz oraya ait olmayı hak etmiyoruz. Çünkü şartlı beyinlerimiz, gedikli psikolojilerimiz ve el birliğiyle kurduğumuz adaletsiz toplumlarımızla tam da bu cangılın içinde olmamız gerekiyor. Patron işçisine, çoğunluk azınlığa, görgülüsü cahile, erkek kadına, anne çocuğuna, yeni sevgili eski sevgiliye... Gerçekten, tümüyle, katıksız bir adalete ihtiyaç duysaydık zaten bu şartlar altında bu dünyayı çoktan terk etmiş olmamız gerekirdi. Ne var ki, bu durum yine de bazı insanları güzel bir dünyayı hayal etmekten alıkoymuyor. Önemli olan bu yolda olmak -varamayacağımızı zaten bilir gibiyiz. Ne ki, güzel bir dünya, toplum, aile, ilişki, dostluk için savaşmak insanların bir kısmının ayakta kalabilmesinin yegane nedeni.
Bazı karanlıkları bulmak zor, tartışmalı ve çetrefilli. En nefret ettiğiniz insandan bu kadar nefret ederken ona aslında yapıyor olabileceğiniz bazı haksızlıklar mutlaka vardır. Ama bu elbette bir insanın devlet eliyle anadilinden koparılması, bir dilin tüm gelenekleriyle, söylenceleriyle, kültürüyle dünya üstünden yok edilmeye çalışılması kadar açık seçik bir karanlık değil. O yüzden, işte bu karanlıkta, anadil meselesinde, elini vicdanına koyabilen herkes buluşuyor.
Anadolu'nun 18 dili yok olabilir
Çokkültürlü topluluklarda ulus devlet fikri, kaçınılmaz olarak bir yok etme politikası getiriyor. Bir masanın güçlü bir biçimde ayakta kalmak adına iki bacağını kırdığını düşünün. Üstelik bacakların kırılması yetmiyor, kırık parçalar da unufak edilip çöpe atılıyor. Bugün Türkiye’de durum tam olarak bu. UNESCO’nun “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre, Anadolu’da konuşulan on sekiz dil önlem alınmazsa bu yüzyılın sonunda kaybolacak. Kaybolamayacak kadar çok sayıda insanın kullandığı ama doğal haklarının elinden alındığı diller ise bambaşka bir mesele. İşin kötüsü, bir dil yok olurken, o topluluğun mimari mirasını, masallarını, danslarını, müziklerini de götürüyor. Bu ay dergimizde Ayşe Çavdar’a verdiği röportajda, Gola Derneği’nin kurucularından Refika Kadıoğlu’dan alıntıladığım bilgiye göre “Lazcada “savaş” kelimesi yok. “Barış” sözcüğü de yok. Çünkü savaşmayınca barışmaya da ihtiyaç yok.” Lazca yok olursa sadece bir dil değil, Türkiye’nin kuzeyinde hayata bu dingin perspektiften bakan ve “savaş” sözcüğünü dağarcığına hiç katmamış olan bir bakış yok olacak.
Bu ay kapak konumuzda azınlık dilleri ve edebiyatlarını ele alıyoruz. Dergimizin editörlerinden Gökçe Gündüç, yazısında, Türkiye’de azınlık dillerinin sosyal yaşamdaki ve yayın piyasasındaki geçmişinden güncel durumuna geniş bir tablo çiziyor. “Devlet kendisini korumak için tek dilliliği dayatıyor. Tanrı ise Babil Kulesi’ni yıkıp dilleri çeşitlendirerek korumak istemişti kendisini” diyor Gündüç ve Babil Kulesi’nde Tanrı’nın gazabının insanları dünyanın farklı yerlerine taşımasının öngörülemez bir zenginliğe neden olmuş olabileceğini söylüyor. İşte bu zenginliği kucaklamak kırık masanın iki ayağını geri vermekle kalmaz aslında, üstünü binbir çeşit güzellikle, lezzetle de donatır. Savaşlar, acımasız ekonomik politikalar ve sosyal adaletsizlikle dolu bir dünyanın bu masasında otururken hangi karanlıkları konuşacağımız ise bize kalmış.
>>> Ulus devlet ve dil: Babil Kulesi'ni yıkmak
>>>Refika Kadıoğlu ile söyleşi: Bir dil nasıl yaşatılır?
Yeni yorum gönder