Marguerite Yourcenar, 1951’de yayınlanan Hadrianus’un Anıları’nın girişinde “Zamanımızda, roman tüm öteki biçimleri yiyip yutuyor; anlatım aracı olarak insan sadece roman biçimini kullanmaya zorlanıyor.” demişti. Romanın zaferini ilan eden epey bir metne sahibiz. Ancak bir not düşmek zorundayız ki 20. yüzyılın ilk yarısında Netflix abonesi olmamıştı Yourcenar. Buna karşılık muzaffer roman türünün ölümünü ilan edenler hiç de azınlıkta değil. Mesela Cemil Meriç 1979’da bir dergide yayınlanan konuşmasında “roman ölmektedir ve ölecektir” demiş. Elbette bağlamlar ve gerekçeler çok farklı. Yine de net bir şekilde söyleyebiliriz ki roman ölümü ve zaferi en çok ilan edilen edebiyat türü. Romanın o kadar çok ve farklı tanımı var ki bir metnin roman olmadığını ispatlamak giderek daha müşkül bir mesai gerektiriyor. Roman ne zaman tanımlanmaya yaklaşılsa yazılan yeni bir roman o tanımın eksik bir unsuru olduğunu gündeme getiriyor ve hatta bazen o tanımı tamamen yerle yeksan edebiliyor. Bu noktada iki gruba ayırabiliriz romanları.
Kendi tanımlarını getiren romanlar ve mevcut tanımlardan birinin yeterli olduğu romanlar vardır diyebiliriz. (Farkındayım bu cümle hangi sanat dalı için geçerli değil ki?) Bu noktada bir itirafta bulunmam lazım. Kaç yayınevinden şiir dosyam hakkında roman olsaydı yayınlardık mazeretine sığınarak red cevabı almışlığım var. Bu satırları yazdığım zamana dek bir roman yazamamışsam bunun bir sebebi de aldığım bu cevaplardır. Bir süredir şiir ve hikâyeyi es geçip ilk dosyası roman olan yazarların sayısının artmasında kültür endüstrisinin bu yönlendirmelerinin payı olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Ancak bu yönlendirmenin romana faydasının mı zararının mı olduğundan emin değilim. Bu konuda yorum yapmak için biraz erken olduğunu söyleyerek bu ciddi sorudan kaytarabileceğimi ümit ediyorum. Roman biraz da yazarının okuduğu romanların çocuğu galiba. Romanın ve roman yazarının şeceresini çıkarmak bizi kültürel kopuş ve devamlılığı takip etmek adına önemli verilere ulaştırabilir. Nitekim Milan Kundera, Avrupa romanını yücelttiği o meşhur “Cervantes’in Hor Görülen Mirası” başlıklı yazısında Cervantes’in uçsuz bucaksız bir coğrafyada ilerleyen karakteri Don Kişot’tan Emma Bovary’nin bir çitle sınırlanan dünyasına oradan da Kafka’nın Şato’sunda yargılanan karakterine kadar daralmayı bir devamlılık içinde anlatır.
Roman yine de amorf yapısıyla, tam olarak tanımlanamamış olmanın verdiği güçle yaşamaya devam ediyor. Olga Tokarczuk’un romanının ismi tam da buraya denk düşüyor belki de: Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde.
Roman ölmedi ama mezarlıkları gezmeyi sevenler, her an ilginç keşiflerde bulunabilirler.
Yeni yorum gönder