Modern felsefe tarihi yazımlarına hâkim olan mutad anlayışları terk ederek, bu tarih yazımlarına özgü araçlarla girilemeyen alanları araştırmaya koyulan Freydberg, filozofların öğretilerindeki çatlaklara yöneliyor. Öğretiyi kısıtlayan sınırın çatlağa sebebiyet verdiğini düşünmek yerine, tam tersi bir hareket tarzı benimseyen Freydberg’e göre bu çatlaklar sayesinde öğretiler mümkün bir hale dönüşüyor, yani aslında öğretileri besleyen bizatihi bu çatlaklar.
Fransız filozof René Descartes’ın beden ve ruh düalizmine dayalı rasyonalizmiyle başladığı addedilen modern felsefeye dair yazılmış felsefe tarihi kitaplarının birçoğunda bu felsefenin gelişimi içinde bir yandan Spinoza’nın tek töze dayalı felsefesi ile Leibniz’in monadlara dayalı çok tözlü felsefesi rasyonalist felsefenin mümkün devam yolları olarak Descartes’la bağlantılandırılırken, diğer yandan da yine Descartes’çı metafiziğin sınırlarına dahil olmasına karşın bilginin edinilmesine ilişkin rasyonalizme yönelttiği eleştirilerle dikkatleri üzerine çeken empirisizm anlatıda yerini bulur.
Rasyonalizm ile empirisizm arasındaki çekişme bilginin edinilmesinde aklın rolüne ilişkindir elbette. Empirisizm olgulardan yola çıkarak tümevarımla bilgiye ulaşmayı öncelerken rasyonalizm aklın ilkelerinden tümdengelim yoluyla olguların açıklanabileceğini öne sürmesiyle maruftur. Rasyonalizm ile empirisizm arasında aklın bilgi edinmedeki yerine dair gerçekleşen çatışmanın da Immanuel Kant’ın her iki tarafı birden tatmin etmesi umulan ve ayrıca Leibniz-Woolf metafiziği olarak adlandırılabilecek yaklaşımları berhava eden çözümü, bu bakımdan modern felsefe tarihini yazanlarca önemli bir dönüm noktası addedilir. Kant’ın sistemi içinde çözümsüz kalmış ya da çıkmaz sokaklar olarak değerlendirebileceğimiz konular ise Alman idealizminin ele alacağı, üstüne gideceği meseleler arasında zikredilir.
Modern felsefenin tarihine dair artık alışageldiğimiz bir hale dönüşmüş bu şematik anlatım büsbütün yanlış değildir elbette. Modern felsefedeki asli sorunun “aklın rolünün belirlenmesi”nden geçtiğinin ikrarıdır bu bir yerde. Rasyonalistler, empiristler ve bu iki kutbu birleştiren Kant arasındaki tartışma gündemi böylelikle tasrih edilebilir. Ayrıca Kant’ın metafizik yaklaşımlara yönelik salvoları da aklın sınırlarını belirlemeye dönük bir çaba olarak anlaşılabilir. Kant, aklın metafizik meselelerde kullanımının birtakım antinomilere yol açmaktan başka bir işe yaramayacağını göstermiştir. Bu anlatı, elbette modern felsefenin gelişimi içinde aklın saf bir hale dönüşümünü konu edinir böylelikle.
Rasyonalizmin irrasyonel kaynakları
Modern Felsefenin Karanlık Tarihi’ndeki amacının modern felsefe tarihine dönük bu mutad, büyük ölçüde de akılcılığın doğuşunun asıl saiklerini saklayan anlatının doğruluk ya da yanlışlığını tartışmak olmadığını belirten Bernard Freydberg, modern felsefede ilk bakışta fark edilen rasyonel yüzeyin hemen altındaki neredeyse her şeyi bulanıklaştıran, bastırılmış, karanlık bir kökeni olduğu inancıyla hareket ederek modern felsefe tarihinde etkili olmuş isimleri tek tek inceleyip söz konusu karanlık kaynakları gün yüzüne çıkarmaya uğraşıyor.
Modern felsefenin mutad anlatıda genelde “tutarlı doktrinlerin evrimi” olarak anlatıldığına dikkat çeken Freydberg, bu anlatıya rağmen esasen modern felsefe içinde addettiğimiz Descartes, Hume, Spinoza, Leibniz gibi isimlerin en belirgin özelliğinin heterojenlik olarak algılanması gerektiğinde ısrar ediyor. Bu heterojenliği düşünceyi çatlağa, yani düşüncenin ortaya çıkmasına imkân sağlayan boşluğa açılmak olarak kavrayan Freydberg, Sokrates’in ünlü sözünü de fırsat bulmuşken bize hatırlatıyor: “Bütün felsefe merakla başlar; merak felsefecinin nişanıdır.”
Kant’a dayanarak felsefenin aslında ve esasen “tam da sınırlarını bilmekten ibaret” olduğunu düşünen Freydberg, modern felsefenin ilk döneminde yer edinen Descartes, Hume, Leibniz vb. isimlerin şöhretlerini, eserlerinin açtığı yeni ufuklarla birlikte bu eserlerde dile getirdikleri görüşlerin nüfuz edemediği, karanlıkta bıraktığı alanlara da borçlu olduğunu kaydediyor. Modern felsefe tarihi yazımlarına hâkim olan mutad anlayışları terk ederek, bu tarih yazımlarına özgü araçlarla girilemeyen alanları araştırmaya koyulan Freydberg, filozofların öğretilerindeki çatlaklara yöneliyor. Öğretiyi kısıtlayan sınırın çatlağa sebebiyet verdiğini düşünmek yerine, tam tersi bir hareket tarzı benimseyen Freydberg’e göre bu çatlaklar sayesinde öğretiler mümkün bir hale dönüşüyor, yani aslında öğretileri besleyen bizatihi bu çatlaklar. Söz konusu çatlakların filozoflara ait metinlerin değerinden, gücünden ve geçerliliğinden herhangi bir şey eksiltmediğini; aksine bu metinlere değer kattığını savlayan Freydberg, “Kat kat yüzeyin altında kalan cevheri kavrama çabamda, mitlerde, bilhassa Phaidros’un pek çok yerinde görünen o büyük mitte bile Platoncu tevekküle (pistis) başvurmam; öğrenme ve kehanet karışımı bu durum uğruna aklı bir kenara kaldırmam gerekiyor.” demeyi ihmal etmez.
Modern felsefe tarihyazımlarına hâkim olan mutad anlayışlara alternatif olarak tasarladığı modern felsefenin hakiki tarihini, modern felsefenin çıkış noktasının antik Yunan düşüncesi olduğundan hareketle modern hayal gücü tasavvurlarına yaslanarak ele alan Freydberg, Kant, Spinoza, Schelling ve Nietszche’nin hayal gücü ve ilhama yönelik yaklaşımlarını irdeleyerek “felsefenin herhangi bir yeni keşfin ışığında değil, her daim aşağılarda ikamet eden karanlığı kabul ederek var olması” gerektiğini düşünür.
Platon’dan modern çağa Sık sık Platon’un şiire düşmanca yaklaştığı ve Cumhuriyet’inden şairleri kovaladığı şeklindeki görüşleri truism diyerek bir yana bırakan Freydberg, onun İon söyleşisinde tanrısal ilhamı anlatışından modern felsefenin karanlık sahasına kendini götürecek yolu bulur. Ona göre Kant’ın Salt Aklın Eleştirisi’nde olduğu kadar Pratik Aklın Eleştirisi’nde de temel rol oynayan hayal gücü, Yargı Gücünün Eleştirisi’nde çok daha önemli bir pozisyon üstlenir. Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi adlı kitabındaki üslubunu Platoncu anlatıma benzer bir şiirsellikte bulan Freydberg, hayal gücü mefhumu Platon ve Kant’tan çok daha geniş olan Schelling’i kısmen kayırır görünmektedir. Descartes, Hume, Leibniz ve Kant da dahil olmak üzere hemen bütün modernlerden daha fazla rasyonalist görünen Spinoza’da felsefe tarihinin kara ve yaşayan bölgesinin müthiş derecede mükemmel bir şekilde bastırıldığını öne süren Freydberg, onun “dipsiz rasyonalizmi”ni incelemek üzere kitabında bir bölümü Spinoza’ya tahsis eder. Aynı şekilde Schelling ve Nietszche’ye birer bölüm ayıran Freydberg, Alman idealizminin tarihini de ayrıntılı bir şekilde tahlil eder.
Kavramları büyük ölçüde Ortaçağ skolastik felsefesinden alınmasına karşın, bu felsefenin zıddına bir hareket çizgisiyle modern felsefenin önünü açan René Descartes’tan Nietzsche’ye dek izini sürdüğü modern felsefi sistemlerin akılcı olmayan kaynaklarını tartışırken Freydberg’in Ortaçağ felsefesine dair herhangi bir değinisinin olmaması ise ironiktir. Her felsefe tarihi yazımının kendiliğinden felsefe yapmanın bir yoluna işaret ettiğini söyleyen Hegel’e kulak verip Ortaçağ felsefesinin de Freydberg’in ortaya koymaya çalıştığı yaklaşımların karanlık mahzeninde yer aldığı söylenebilir böylelikle.
Yeni yorum gönder