Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Psiko-zen bir deney


İyi
Toplam oy: 777
Marion Milner
Metis Yayınları
Kendine Ait Bir Hayat, sonuç değil süreç odaklı bir yaşama öykünüp, yolda ve akışta olma halini başarılı bir şekilde özetliyor.

Psikolojiyle haşır neşir olan insanların azımsanamayacak oranda önemli bir kısmının öncelikle kendisini anlamak, bilmek, araştırmak veya yaşadığı sorunları anlamlandırmak dürtüsüyle bu alanda at koşturmaya başladığını ifade etsem, oldukça haklı bir genelleme yapmış olurum sanırım.

 

İnsan kendisini anlayabildiği ölçüde başkalarını da anlayabiliyor. Kendi ruhsallığına dokunabildiği oranda başkalarının yaralarına merhem olabiliyor. Bu yüzdendir ki, bir psikolog en iyi okullarda okuyup, en harika eğitimleri alsa bile kişisel psikanaliz veya psikoterapi sürecini tamamlamazsa psikanalist veya psikoterapist olup, danışan göremiyor. Çünkü kendi tamamlanmamışlıkları, kendi anlamlandıramayışları, kendi sıkıntıları terapi odasında eline ayağına dolanabilir ve danışanla birlikte ruhsal bir uçurumun kenarına rahatça yuvarlanabilirler. Aman Allah muhafaza! 

 

Yani lafı fazla uzatmadan diyeceğimi diyeyim; kişinin en iyi laboratuvarı kendisi. Kişi kendisi üzerinden sayısız deney yapabilir ve bu deneylerde de en hakiki sonuçları edinebilir. Tam da bu noktada, sizi kendisini laboratuvar olarak kullanan bir isimle tanıştırmaktan mutluluk duyarım; yazar ve psikanalist Marion Milner.

 

Milner, 1926 yılında çok ilginç  bir deney yapmaya girişiyor. Amacı mutluluk anlarını fazlalaştırmak. Yirmi altı  yaşında bir günlük tutmaya ve kendisini nelerin mutlu ettiğini sıralamaya başlıyor. Elbette bu süreç kolay olmuyor, bazen çok yoruluyor, bazen sıkılıyor, bazen pes ediyor, bazen motivasyonu ani bir şekilde yükseliyor.  Peki sonra ne oluyor? Kendisine ait bir hayatın özeti ve kendisine ait mutlu bir son çıkıyor karşımıza. Kitap bu veriler ışığında kaleme alınıyor. Ve bu günlük 1934 yılında Kendine Ait Bir Hayat ismiyle ve Joanna Field mahlasıyla yayımlanıp, o dönemin önde gelen eleştirmenleri tarafından oldukça beğeniliyor. Türkçeye ise Metis Yayınları tarafından, Aslı Biçen çevirisiyle kazandırılıyor. Kitapta neredeyse her bölüm, Robinson Crusoe’un yazarı Daniel Defoe’nin alıntılarıyla başlıyor. Bu da yazarın Defoe’yla olan içsel tanışıklığına dair merak ve sempati uyandırıyor. 

 

Bilinçdışına yolculuk

 

 

Marion Milner, kendi bilinçdışına yaptığı keşif yolculuğunun sonuçlarından şaşkınlıkla bahsediyor: “Elbette mesleki çalışmalarım dolayısıyla ‘bilinçdışı zihnin’ içeriği ve alışkanlıkları üzerine pek çok tanım okumuştum ve bilinçdışı tanımı gereği , yardım almadan kendimde bilemeyeceğim bir şeydi.  Ama psikanalistin karanlık krallığıyla, bilinçli düşüncemin işlenmiş toprakları arasında bulunan ıssız bölgeyi kendi kendime büyük bir randımanla keşfedebileceğimi bilmiyordum. “

 

Kitap boyunca Milner’ın düşünme edimiyle, zihniyle, zihin oyunlarıyla yaşadığı hesaplaşmaya da  şahit oluyoruz.  Çoğu zaman zihninin sesini kısıp, hissetmeye daha fazla odaklanmaya çalışıyor. Kitap bu anlamda psiko-zen bir tavır da sergiliyor: “Ne istediğimi hâlâ düşünerek bulmaya çalıştığım anlaşılıyor, ancak düşünmeyi bıraktığımda gerçekten ne istediğimi anlayabileceğimi henüz keşfetmemiştim. (...) Acaba görmezden gelemeyeceğim mahrem bir gerçeklik, bilmekten ziyade hissetmekle ilintili bir gerçeklik olamaz mıydı?”

 

Yazar, çalışmasının sonunda kendi deyimiyle farkındalığının yoğun bir şekilde genişlediğine şahit oluyor, gördüğü şeyi düşündüğü kadar hissediyor da.  Zihnini daha kontrollü bir şekilde kullanıyor ve zihninin onun tüm varoluşuna hakim olmasını engelliyor, zihniyle kurduğu özdeşimin dışına çıkabiliyor: “Normalde dışarıdaki şeylere kafamdan bakardım, sanki kafam kendimi içine kapadığım ve pencerelerinden dışarı bakıp olan biteni seyrettiğim bir kuleydi. Şimdi istediğim zaman dışarı çıkabileceğimi, aşağı inebileceğimi ve olan bitenin bir parçası olabileceğimi keşfediyordum,  böylece kulenin mesafeli yüksekliğinden göremediğim bazı şeyleri deneyimleyecektim.”

 

Marion Milner, psikanalist kimliğinin yanı sıra bir yazar olarak yazma edimine duyduğu ihtiyacı da şu sözlerle ifade ediyor: “Öyle görünüyordu ki sadece zihnimin yüzeyindeki  kırışıklıkların farkındaydım ama düşünceyi yazma eylemi, beni  geçmişin yoğun bir şekilde canlılığını koruduğu başka bir ortama geçiriyordu. Zihnin bu derin sularının sakinlerini görmek, huyunu suyunu bilmediğim mahluklarla karşılaşmaktan dolayı biraz huzurumu kaçırsa da yazma eylemi beni şaşırtıcı ölçüde rahatlatıyordu, bu yüzden de ne zaman endişeye gömülsem bu yöntemi kullanmaya başladım.”

 

Kendine Ait Bir Hayat, psikanalitik bir deneyimi kaleme alsa da, yazarın bilinçli arzusuyla psikanalitik terimlerden oldukça uzak kalıyor. Tam da bu sebeple bizim de kendimize ait bir hayatı samimi bir tarzla sorgulamamıza, şansımız varsa da bulup sahip çıkmamıza olanak tanıyor. 

 

Kitap, sonuç değil süreç odaklı bir yaşama öykünüp, yolda ve akışta olma halini çok başarılı bir şekilde özetliyor. Bu hayat akışında suyun bazen bulandığını, bazen buharlaştığını, bazen buzlandığını ama en nihayetinde ille de aktığını ifade edip, içimize korkusuzca dalabilmemizi salık veriyor. Yazarın kaleme aldığı kitapların arasında yine bir deneyi konu aldığı bir çalışması daha var: An Experiment in Leisure (Bir Aylaklık Deneyi). Umarım bu kıymetli eser de en yakın zamanda, iyi bir çeviriyle okuyucuyla buluşur. 

 

 


 

 

* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.