Her ay yeni bir olayla dünyanın çığırından çıktığını daha iyi anlıyoruz. Her yerde patırtılı gürültülü gelişmeler ortaya çıkıyor; eski yapılar yıkılıyor, kurumların içi boşalıyor, birileri yepyeni kimlikleriyle ortaya çıkıyor. Kafamız çok karışık, bizi nelerin aydınlatacağını anlayamıyoruz artık. Nobel Komitesi, edebiyat ödülünü şarkılarıyla herkesin hayranlığını kazanan Bob Dylan’a veriyor mesela, ama ozanın edebiyatçı kabul edilip edilmediğini sorguluyoruz doğal olarak ya da Leonard Cohen’e niye verilmedi diye çıkma yapıyoruz (sonra Cohen de ayrılıyor aramızdan, daha ulvi bir ödülü almaya). Dylan’ın Nobeli biraz da Trump’ın başkan seçilmesi gibi, “ne oluyor” diye sorgulamaya itiyor bizi. Ben de şaşırıyorum, ödüller açısından külliyen saçmalanmış mı diye araştırmaya koyuluyorum.
Amerikan toplumu açısından ilginç bir durum söz konusu: İlk siyahi başkanlarının son demlerinde ülkede siyahilere yönelik zulmün arttığına dair pek çok vaka ortaya çıkmıştı; polis tarafından öldürülen siyahiler için yapılan protesto gösterileri muazzam boyutlara ulaşmıştı. Muhtemelen bu “Black Lives Matter” hareketinin etkisiyle, Amerikan National Book Award ödülü bu yıl kurgu alanında, kölelik üzerine romanı The Underground Railroad (Yeraltı Demiryolu) ile Colson Whitehead’e verildi (1969 doğumlu yazarın dilimizde tek bir romanı, Bölge Bir, Siren Yayınları tarafından Nazlım Dumlu çevirisiyle yayımlanmıştı). Geçen yıl da aynı ödül kurgu dışı alanda, Ta-Nehisi Coates’ın, bir siyahinin polis tarafından öldürülmesi üzerine olan (bizde Monokl tarafından Pınar Umman çevirisiyle yeni yayımlanan) Dünyayla Benim Aramda’sına verilmişti. Ayrıca bu yıl Man Booker ilk defa Amerikalı bir yazara, günümüz koşullarında yeniden köleliğin başlamasını ele alan taşlama romanı The Sellout ile siyahi Paul Beatty’ye verildi.
Man Booker ödülünün beynelmilel olanı ise, ilk defa bir romana verildi: Güney Koreli Han Kang’dan The Vegetarian (Vejetaryen); Türkçede de çok yakında April tarafından yayımlanacak. April’in bu yılki ödüllerden “tutturduğu” bir başkası da, IMPAC’i alan Hint kökenli Amerikalı Akhil Sharma’nın (Ergin Kaptan tarafından çevrilen) Aile Hayatı isimli romanı. Amerika’da siyahilerden sonra önemli bir edebi damar da Asyalıların hayatı anlaşılan, çünkü kurgu alanında Pulitzer de, Vietnamlı Viet Thang Nguyen’in The Sympathizer (Sempatizan) romanına verildi. Sanırım Ortadoğu’nun bitmeyen kavgalarından biraz daha başka yerlere bakmayı tercih etmiş bu yıl Amerikalılar!
Avrupalılar Ortadoğu’yla ilgilenmeye devam ediyorlar
Avrupalılar ise Ortadoğu’yla ilgilenmeye mecburen devam ediyorlar: Almanya’da Alman Kitap Ödülü Widerfahrnis (Bozulma) adlı Avrupalı emekli bir yayıncıyla eski bir şapka tasarımcısının karşılaşmalarını, aşklarını ve Avrupa’da seyahat ederken şahit oldukları göçmenlerin halleri üzerine gözlemlerini ele aldığı romanıyla 1948 doğumlu Bodo Kirchhoff’a verildi. Fransa’da Goncourt Ödülü, Fas göçmeni 35 yaşındaki yazar Leila Slimani’nin göçmen bir bakıcının patronlarının çocuklarını öldürmesini ele aldığı gerçek bir olaydan yola çıkan romanı Chanson Douce’a (Tatlı Şarkı) layık görüldü. Gerçi Fransa’nın da Le Pen radikalizmine yönelme riski taşıdığı dönemde Fransız Akademisi’nin Roman Büyük Ödülü’ne asil bir aileden gelen Adélaide de Clermont-Tonnerre’in ikinci romanı Le Dérnier des nôtres’u (Bizimkilerin Sonuncusu) layık görmesi, bu açıdan nasyonalist bir cevap olarak nitelendirilebilir. Gerçi hak yememek gerek; aralarında Proust’un yakın arkadaşı ve Kayıp Zamanın İzinde’deki Guermantes Düşesi’nin esin perilerinden biri olan Élisabeth de Clermont-Tonnerre gibi çok önemli isimlerin soyundan gelen genç ve güzel gazeteci-yazar Adélaide, ilk romanı Fourrure (Kürk) ile irili ufaklı beş altı ödül alarak şanını ortaya koymuştu çoktan.
Portekizce yazan yazarlara verilen en önemli ödül olan Camões Ödülü ise, bu yıl Lübnan asıllı Brezilyalı Raduan Nassar’a verildi. Otuz yıldır kitap yazmayan, yine de ömrünün sonbaharında 100 bin avroluk bu ödülü kazanan Nassar, 1978’deki romanının İngilizce çevirisi A Cup of Rage (Bir Kap Öfke) ile Booker International adayları arasındaydı aynı zamanda. İtalya’nın en önemli ödülü Premio Strega ise bu yıl Romalı yazar ve senarist Edoardo Albinati’nin, 1970’lerde, özel bir kolejdeki arkadaşlar arasında yaşanan gerçek olaylara dayanan ilişkileri ve sonu cinayete varan çılgınlıkları anlattığı La Scuola Cattolica (Katolik Okulu) romanına verilerek, bir bakıma İtalyan entelektüellerin sadece kendi toplumuna bakmaya çalışan bir tercih yaptıklarını gösteriyor.
İspanya’da, dünyanın Nobel’den sonra en yüksek getirili ikinci (tek yapıta verilen birinci) edebiyat ödülü Premio Planeta de Novela, daha önce Gardiyan adlı romanı Martı Yayınları tarafından Nergis Turan çevirisiyle yayımlanan Dolores Redondo’nun Todo esto te daré (Sana Tüm Verebileceğim) romanına tam 601 bin avro kazandırdı; üstelik ikinci olarak açıklanan 1971 doğumlu Marcos Chicot da, El asesinato de Sócrates (Sokrat’ın Öldürülmesi) romanıyla 150 bin avro kazanmış durumda. (Bu ödülleri araştırmaya başladığımdan beri, işin maddi boyutu benim gözümü para bürümesine sebep oluyor. Birilerinin yazdıklarından veya kariyeri boyunca yaptıkları katkılardan dolayı önemli paralar elde edebilmesi, çok ümit verici geliyor; sadece satışa değil de bu tarz taltiflere yönelik yazarlık kariyeri oluşturabilmenin mümkünatı açıkçası hoşuma gidiyor, tam olarak kendim için mi emin değilim; birilerinin düzgün bir profesyonel yazarlık yapmasına ilham vereceği için herhalde.)
İngiltere’de de kadın yazarlara verilen Baileys Ödülü'nü, 35 yaşındaki İrlandalı Lisa McInerney The Glorious Heresies (İhtişamlı Sapkınlıklar) romanıyla kazandı – dolayısıyla 30 bin poundu da! Daha önceden Zadie Smith, Marilynne Robinson, Ali Smith gibi popülerleşen, Téa Obreht gibi henüz umulan patlamayı yapmamış isimlere verilmiş bu ödül, maddi değerinden çok, yayıncılara önayak olması açısından önemli bir bakıma. Ödüllerin “işaret etmesi” olmasaydı, Yeni Zelandalı Eleanor Catton’un 2013’ün Man Booker ödüllü okkalı yapıtı Ay ve Işıklar, muhtemelen kolay kolay çevrilmezdi dilimize – Pegasus Yayınları tarafından Merve Sevtap Ilgın çevirisiyle çok yeni yayımlandı.
Bizim yazarlarımız da farklı ülkelerde gittikçe daha fazla taltif alabiliyor artık: Bu yıl Ayşe Kulin, Nefes Nefese’sinin İtalyanca çevirisi L’Ultimo Treno Per Istanbul ile Premio Roma’ya; Orhan Pamuk da Kafamda Bir Tuhaflık’ın Rusça çevirisiyle Tolstoy Vakfı’nın Yasnaya Polyana ödüllerinde en iyi yabancı edebiyat ödülüne layık görüldü.
Ödüllerin neden ve kime verildiğiyle ilgili tartışmaların Dylan’a verilen sansasyonel Nobel sayesinde iyice yayıldığı bir dönemde, her şeye rağmen yayıncılar, yazarlar ve okurlar için bu manidar havai fişekler atılmaya devam ediyor, edildikçe ben de gözümü alamayacağım sanırım.
Görsel: Cihan Dağ
Yeni yorum gönder