Gabriel García Márquez’in öldüğü haberi düştü ajanslara… Yakasında bir gül vardı geçilen haberdeki fotoğrafta… Annesinin yıllar sonra kendisini gördüğü zaman, dilenci sanacak kadar yoksul olduğu günlerden, yazdığı romanların dünya edebiyatını etkilemekle kalmayıp, o romanları okuyanların hayatı algılayışını da kökten değiştirdiği günlere ulaşmıştı. Kendisine sunulan hayatı iyi ve kötü yanlarıyla doya doya yaşamakla yetinmeyip, yaşadığı çağın tanıklığını en uç noktasına kadar götürecek bir yaşama sevgisini ve serüvenini, romanlarıyla içimize kazıyarak ayrılmıştı aramızdan.
Karısı Mercedes’le yoksulluk içinde yaşadığı günlerde, posta masrafına parası yetmediği için yazdığı romanın ancak yarısını yayınevine gönderebilmişti mesela. Uzun yıllar kimlik olarak üzerinde sadece postane kartı taşıyan, boğazından günde üç öğün yemek geçerse mide krampları yaşayacağıyla ilgili şakalar yapılan, en ciddi ortamlarda dahi dil çıkartıp poz verebilecek kadar neşeli, Meksika’da düzenlenen bir kongrede “Artık geleneksel İspanyolca gramerin ve imlanın emekliye ayrılması gerektiğini,” söyleyerek, hayatını İspanyolcaya adamış akademisyenleri fena halde gücendirecek kadar sansasyonel biriydi Gabo. Sokaklarda şarkı söyleyip dans edecek kadar, hayat dolu…
Gitti Gabo… Ama gitmedi Yüzyıllık Yalnızlık’taki Aureliano, Melquiades’in “Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer,” yazan elyazmalarındaki son cümleyi okuyarak kalakaldı aramızda. Çünkü biliyordu, yazgısının yüzyıl önce yazılmış elyazmalarında olduğunu. Tıpkı bizim yazgımızın da, Gabo’nun romanlarında yazılı olduğunu bildiğimiz gibi.
Gitti Gabo... Ama gitmedi Kırmızı Pazartesi’deki Santiago Nasar, Hrant Dink’in nasıl göz göre göre öldürüleceğini göstermişti bize yıllar evvel, kendi ölümüyle…
Gitti Gabo… Ama gitmedi Benim Hüzünlü Orospularım’daki Delgadina, iğne iplikle düğme dikmeye devam ediyor ve onun ruhunun hoş kokusunu içine çeken ihtiyar, şöyle fısıldıyor bize her defasında: “Kesin olan tek şey ölümdür,” mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan olsa bile…
Gitti Gabo… Ama gitmedi Kolera Günlerindeki Aşk’ın Florentino’su, insan yüreğinin bir genelev kadar geniş olduğunu söylese de, bir ömür boyu seveceği Fermina’yı beklemeye devam ediyor.
Yani gitmiş olsa da gidememişti yine de Gabo… Kafka, Proust, Joyce, Dostoyevski gibi dünya edebiyatına yön veren diğer yazarlar nasıl gidemediyse… Onlardan farkı, aynı yüzyılın dertleriyle dertlendiğimiz, aynı havayı soluduğumuz bir büyük yazar oluşuydu.
Deseler ki, Cervantes’in Don Kişot’undan sonra İspanyolca yazılmış en önemli eser nedir? Dünyanın pek çok yerinde, hiç düşünmeden farklı dillerde aynı yanıtı verecektir herkes: Yüzyıllık Yalnızlık… Cervantes, nasıl modern romanı aşılamaz bir eserle başlattıysa, Márquez de modern romanı alıp hayatın özüyle beslediği başka bir aşılamazlığa taşımıştı.
Márquez, doğduğu toprakların, yazdığı dilin, Kolombiya’nın ve Latin Amerika’nın Gabo’su olduğu kadar, bizim de Gabo’muzdu. Bir Avrupalının hissedemeyeceği kadar bizdendi anlattığı insanlar, olaylar, duygular… Belki yaşadığı topraklardaki yoksulluğa benziyordu yoksulluğumuz, çaresizliğimiz; belki askeri darbelerin ve katliamların ruhumuzda bıraktığı izleri görüyorduk yazdıklarında; cinselliğin çok katmanlı dünyası içine sıkışmış o tutkulu aşklara benziyordu belki yaşadığımız aşklar… “Büyülü gerçeklik” diye anılan yazım üslubu, halk hikayeleriyle yoğrulmuş bu topraklarda yaşayanlar için hiç de yabancı değildi. Çoğu kişinin okuma yazma bilmediği, kanalizasyonu ya da yolu olmayan, kuş uçmaz kervan geçmez, Cemal Süreya’nın bir şiirinde Anadolu için söylediği gibi, Tanrı’nın çocukluk günlerinde yarattığı bir yer olan Aracataca’da doğmuştu bir kere... Babamın bana çocukluğuyla ilgili anlattığı hikayelerde hep biraz Márquez, Márquez’in yazdıklarını okurken de hep babamın Anadolu’nun yoksul bir köyünde geçen çocukluğu gelir aklıma bu yüzden. Romanlarında ne anlatmışsa, bir karşılığı var bu topraklarda. O yüzden gidişinin, dünyanın pek çok yerine ve diline göre çok daha başka bir anlamı var bizler için.
Ama bırakalım dünya edebiyatını ve hayatı algılayışımızı nasıl değiştirdiğini, giden güzel bir insandı öncelikle… Yazgımızın yanıtlarını gizlediği romanlarını geride bıraksa da, gitmişti Gabo, yakasında bir gül… "İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır," diye yazmıştı, Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabının başına... "Güzel hatırlanacaksın Gabo!" diye haykırmak geliyor içimden, hem de o kadar güzel hatırlanacaksın ki, dünya var oldukça, gitmene izin vermeyecek yazdığın romanlar…
* Görsel: Can Çetinkaya
Yeni yorum gönder