Çizgi romanlar yaşlılarla pek ilgilenmezler. Çocuklara yönelik olarak üretildikleri uzun senelerde “dede” imgesi dışında yaşlıları pek aklına getirmiş değillerdir. Eski çocuk dergilerinde torunuyla aynı esprilere gülen dede imgesi sık başvurulan klişelerdendir. Dedelerin, torunları için dergiyi satın aldığı, onlarla ebeveynlerinden daha fazla vakit geçirdiği düşünülmüş olabilir. Fransızların Amerikalıları, bizim de Fransızları modellediğimiz çocuk dergiciliğimizde benzer bir eğilimden söz edebilmek mümkün. Torunun yerinde durmazlığıyla dedenin temkinli ve sabırlı yavaşlığı bizde de çizilirdi. Dede, torununa eskiyle yeniyi karşılaştırır, tarihi, terbiyeyi ve doğruyu anlatırdı. Ahlaklı ve şuurlu nesiller yetiştirmek, milli pedagojimizi ziyadesiyle meşgul ettiğinden, öğreten yaşlı erkekleri hikayelerimizde biteviye konuştururduk. Öğretmekle hikaye anlatmayı, eğlenceyle ders vermeyi bir türlü ayıramadığımız ve bir türlü harmanlayamadığımız için sahici ve başarılı olamadık. Çocuklara yönelik, başarı kazanmış ve popüler olmuş, beş tane yerli çizgi roman sayamamamız boşuna değil.
Hep yazıyorum, bizim çizgili anlatılarımız, yetişkinler için üretilmiş (adult) çalışmalar. Serüven edebiyatımızda yaşlılar, bilgelikleriyle kahramanlara yön gösteren, akıl öğreten, tecrübelerini paylaşan karakterler olarak kullanılırlardı. Tarihi kılıçbaz çizgi romanların bilim insanları olan yaşlılara, “Dede Korkut” misali akıl yürütürken başvurulurdu. Yaşlı dedelerin hep verecek bir son öğüdü vardı ve serüven yolu onların yardımlarıyla kolaylaşırdı. Ama yaşlılar, esasen yaşlı değil geleneği, tarihi, nebi evliya türünden Türk mitolojisini temsil eden birileri oluyordu. Mizahi çizgi romanlarımızın yaşlılarıysa pedagoji adına değil komikleştirilirken akla geldiler. Epik hikayelerin aseksüel yaşlı erkekleri, iş mizaha gelince, cinsel açlık çeken kadın düşkünlerine dönüştürülmüştü. Tek tük ayrıksı örnekler yok değil ama yaşlıları anlatan, onların dünyasına ve meselelerine eğilen hikayelerimiz yok demek daha doğru. Geçerken, Suat Gönülay’ın 1992’de çizdiği Kaynana Noktası’nı hatırlatmak isterim. Müberra ile Fitnat isimli iki yaşlı teyzenin aksiyon ve entrika dolu serüveni, ayrıksı dediğim örneklerden biriydi.
Aslında bakmayın, ayrıksılık bakımından dünya çizgi romanında da tablo pek farklı sayılmaz. Öncesi için yok demek lazım, ancak son 30 yılda, o da grafik romanın yükselişiyle birlikte yaşlıların yaşadıkları anlatılır oldu. The Dark Knight Returns (1986) ile Frank Miller’ın sağcı adalet eleştirisinin şaşırtıcı görünmesinin en önemli sebebi ihtiyar Batman’di. Serüven edebiyatına yeni gelen bir katkıydı bu. Grafik romancılarsa hayali ve fantastik evrenlerle değil, gündelik hayatla ilgileniyorlardı. Üreticilerin, yaşlı dede ve neneleriyle aynı evde yaşadıkları bir dönemlerinin olması, onların bakım ve tedavileriyle bizzat ilgilenmek durumunda kalmaları biyografik anlatım dillerini ister istemez etkiliyordu. Buna insan ömrünün uzaması ve bu uzamaya bağlı olarak yeni hastalıkların ortaya çıkmasını da ekleyebiliriz. Yakınlarda dilimize çevrilen grafik romanlara bakarak bile bu görece yeni ilgi ve yoğunlaşma hemen fark edilebiliyor. Nate Powell’in Yut Beni (Karakarga, 2018) albümünün genç kız kahramanı büyükannesinin yaşlanarak günbegün hayattan koptuğu bir süreci halüsinasyonlarıyla birlikte yaşıyordu. Demans ve alzaymır gibi yaşlılık hastalıklarıyla ilgili benzer sıkıntılar Larcenet’in Sıradan Zaferler’i (Karakarga, 2016) ve Altaribba-Kim ikilisinin Uçma Sanatı’nda (Aylak Kitap, 2011) baba oğul arasında zuhur ediyordu. Hakeza, Jeff Lemire’in Essex Üçlemesi (Marmara Çizgi, 2016-2017) bu çerçevede epeyce malzeme içeriyordu. Yeri gelmişken, iki kadın sanatçının, henüz dilimize tercüme edilmemiş biyografik nitelikli iki grafik romandan söz edeyim: Biri, Sarah Leavitt’in Tangles: A Story about Alzheimer’s, My Mother and Me (Skyhorse, 2012); diğeri Roz Chast’in Can’t We Talk About Something More Pleasant? (Bloomsburry, 2014). Her ikisi de en yakınlarıyla yaşadıkları alzaymır sürecini anlatıyorlar; metanet ve duyarlılıkları, başetme biçimleriyle esprili çalışmalar.
Yaşlılık ya da uzun yaşamak, biraz ödül biraz ceza
Türkçedeki son örnek, beş altı yıl önce animasyon uyarlamasıyla konuşulan Paco Roca’nın Kırışıklıklar’ı (Desen Yayınları) oldu. Bir bakımevinde hayatta kalmak ile hayata dahil olmak arasında çaresizce salınan kadın erkek bir grup yaşlı insanın hikayelerinin anlatıldığı albüm, rahat anlatım dili ve yumuşaklığıyla öne çıkan, pek çok dile çevrilmiş nitelikli bir grafik roman. Roca, 1969 doğumlu bir İspanyol. Çeyrek asırdır albüm ve çizgi romanları yayımlanıyor, televizyon ve sinema gibi farklı mecralarda üretimleri olan çalışkan bir sanatçı. Üç yıl önce çıkan La casa (Astiberri Ed., 2015) albümü de sinemaya uyarlanıyor örneğin. Kırışıklıklar’ın ilginçliği, karanlık bir aurayı, iyimserlikle, keder ve yeise kapılmadan anlatabilmesinde. Giderek hayattan kopan yaşlı teyze ve amcaların dramatik hallerini iyicil bir mesafeyle, komik bir eleştirellikle betimliyor. Anlatılan insanların her geçen gün kötüye gittiklerini bilerek okuyorsunuz. Buruk bir özdeşleşmeyle, gerçekçi bir farkındalıkla takip ediyorsunuz. Roca, sonsözde bu ayrımı güzel vurgulamış: “Arkadaşım, yüzündeki acı gülümsemeyle babasının aklının gidiş gelişlerini anlatıyor. Bu, bende daima saygı uyandırmış bir insanın kaçınılmaz çöküşü olmasaydı anlattıklarını eğlenceli bulabilirdim.” Babam, 40’lı yaşlarındayken, birisi 60’ına gelince (moruk olunca) sürücü ehliyetine el konulması gerektiğini söylerdi. Bugün 79 yaşında, araba kullanmaya devam ediyor ve o sözlerini unutmuş görünüyor. Yaşlılık ya da uzun yaşamak, biraz ödül biraz ceza gibi gelirdi bana, şimdi daha çok, bozguna hazır olup-olmamak sayıyorum. Bozgun hikayelerini sanat ve edebiyatın çok sevdiğini biliyoruz, grafik romana da yakışıyor.
Yeni yorum gönder