Romana bakmanın yolları
Ersan Üldes’in Zafiyet Kuramı, romanın sınırlarını genişleten oldukça farklı bir kitap. Düzenlenişi, konusu, taşlamaları, “cin fikirleri”yle oldukça yenilikçi bir tutum sergilenmiş ve edebiyat dünyasının merak edilen kimi magazinsel yanları da metne dâhil edilmiş.
Her roman, kendine dair bir bakış taşır. Okuyucuya kendisini farklı biçimlerde sunmak ister. Bu bakış, onu anlamlandıran ve yapısını oluşturan ana unsurdur. Modern zamanda yazarların üzerinde en çok durduğu konulardan biri, dolayısıyla bu, “romana bakış”ın formlarıdır. W.Faulkner, J.Joyce, V.Woolf bu bakışı zorlayan ve kendileriyle özdeşleşen yapılar kurabilmiş özgün isimlerdendir. Ersan Üldes, Zafiyet Kuramı isimli romanıyla “romana yeni bir bakış” sunuyor. Bu bakış, temelde birçok fikrin eritilmesidir. Yazar, yeni yollar, yeni kaçışlar arar bu formun içinde. Romanın veya metnin sınırlarını gündeme getirir. Örneğin, anlatılan hikaye doludizgin akarken yazar kendisine has bir işaret uyduruverir (#, ψ, φ gibi) ve dipnotta o anda yaşananı anlatır. Meriç Ateşke’nin (ana karakter) akıp giden hikayesi anlatılırken bir yandan da gerçekliği ve şimdiki zamanı kolladığı görülür. Bir çay demlemek için ayağa kalkıldığı, bir arayan sevgiliyle konuşulduğu, bir bakkaldan siparişlerin geldiği söylenir. Böylelikle okur için dipnotlar üzerinden akan ve hikayeye eklemlenen bir başka yapı söz konusu olur. Tüm bu eklemlenmeler, “eklektik” bir yapıyı meydana getirir. Dolayısıyla tek bir kitabın içinde oğulun eseri, babanın “dosyası”, dipnotlar, tüm bunları içeren bütüncül yapıt gibi birçok koldan akan bir metinden bahsedilebilir.
Romanın sınırları her zaman tartışılan bir konu olmuştur. Ersan Üldes’in de eseriyle bu tartışmaya dahil olduğu belirtilmelidir. Metnin bölümlerinde zaman zaman Meriç ve yazar örtüşür, tek bir ses ortaya çıkar. Hikayenin yaşandığı zamandan olayın anlatıldığı zamana geçilir. İşte bu geçişler ve duraklar romanın formunu zorlar, klasik roman algısının dışına çıkar. Bu tutum, Üldes’in sadece anlatılan hikayeyle yetinmeyip, aynı zamanda roman formunun ötesine geçmek için çabaladığını da göstermektedir.
Zafiyet Kuramı, kurgusuyla daha önce benzerine rastlanmayacak denli farklı bir yapı sunmaktadır. Kitap, dört bölüm ve her bölümün kendi içinde oluşturduğu alt başlık ve maddelerden oluşmaktadır: “1. Beden Eğitimi / 2.Davranış Bilimleri / 3.Analitik Geometri / Son.Haz Disiplini” Bir ders kitabı, bir kuram gibidir sanki. Yazarın bu anlamda arzuladığı yapıyı kurduğu söylenebilir. Yazarın da adını verdiği zafiyetler üzerine bir metin.
Anlatılan hikayede, bir çevirmen-yazar olarak Meriç Ateşke, onun babasıyla ilişkisi, arkadaşı Bahadır ve onun gizemleri, sevgilisi Sevgi ve aralarındaki iletişim söz konusudur. Meriç, hikayenin başından beri tüm bağları kurcalar, hepsini çözmeye çalışır, bunların içinde kendini bulma düşüncesindedir. Onun bir şeyi aradığı hemen kendini hissettirir. Çevirmenlik yaparken metinlere sadık kalmaz, onlara kendi istediği ilaveleri yapar, düzeltmelere girişir. Böylelikle bir tür telif-tercüme ortaya çıkar. Bu kıvrak fikirli karakter, metni yazarın oyunlarına açar. Yazar, uzun uzun onun bu çeviri süreçlerinden bahseder ve yaptıklarının fark edilmediğini gösterir. Böylelikle iş, edebiyat dünyasına, editörlere, çeviri sorununa, yabancı dil bilmeyen kişilerle dolu ve yapılan işe özen göstermeyen yayınevlerine uzanır. Yerginin başladığı bu yerde yazar olabildiğine açıksözlüdür. Yayınevilerinin dönüşümünden yazar olarak Meriç’in ve babasının reddedilişine dek edebiyatla ilgili merak edilen birçok soruya cevap verilir.
Roman boyunca “sıradanlığın acısını duyumsayan” ve “çirkin bile olamadığı için hayıflanan” Meriç Ateşke, okuruna hep hayatı için çok önemli olan “o günü” anlatacağını söyler. O güne sıra geldiğindeyse roman biter. Yazar, okuru hep bu heyecanın peşinden sürükler. Bu da aslında okuyucuyu sürüklemek, onu bir şeyin peşine düşürmek için yazarın elinde önemli bir koza döner.
Meriç Ateşke, sadece edebiyatla uğraşmaz, dönem dönem farklı konulara da eğilir. Felsefe, İngilizce öğrenme, klasik müzik zevkini geliştirme gibi. Bu çabalar aradan çok zaman geçmeden yiter. Sevgilisi Sevgi’yle olan iletişimi giderek kopar, Bahadır’ın gizemli yanı onu giderek kışkırtır, onun eşi Ayla’nın çekimine girer. Roman ilerledikçe kopuşlar hızlanır. Tüm bunlar olurken öte tarafta babayla oğlun aslında birbirine karşı mücadelesi gözler önüne serilir. Birçok cepheden farklı ve birbiriyle kesişen olaylar cereyan eder.
Kitap, aynı zamanda bir baba-oğul romanıdır. Biri çevirmen biri yazar olan baba ve oğul. Üstelik daha sonra yazarlığa evrilen bir oğul. Bu anlamda sürekli bir yarışın olduğu söylenebilir. Meriç Ateşke, babasının yayımlatamadığı ve kendisinin “Dosya” adını verdiği yazıları romanında değerlendirir. Kendi düşüncelerini açıklarken babasının dosyasından sürekli yararlanır. Baskın baba tipinin karşısında sönük oğul, böylelikle bir uyuma gider. Babasının ölüm döşeğinde dilinden düşürmediği eserinden böylelikle faydalanır. Ayrıca baba oğul her şeyi indirgedikleri kuramlar üzerinden tartışırken romana yeni bir boyut ilave ederler. Tüm düşüncelerini bir öz haline getirip ortaya formu kendilerince verilmiş ifadeler koymayı, meseleyi net bir şekilde sunmayı ihmal etmezler. Haşmet Ateşke’nin kitabı da bu kuramlar üzerinden hareket eden ve “türler üstü” ilan edilen bir yapıdadır zaten. Bu uzlaşma, babayla oğlun ancak edebiyatta kesişmeleriyle sonlanır.
Ersan Üldes, Zafiyet Kuramı’yla beraber okura romana bakma konusunda yeni bir yol açmıştır. Kuramlarla, başka metinlerle, müzikle zenginleşen bu yeni yolda okuru da zorlamıştır. 2011 yılında Best European Fiction antolojisine seçilmiş metin, oldukça dikkat çekici. Romanla beraber yazının da son sözünü Camille Saint-Saëns söyler: “Danse Macabre”
Abdullah Ezik
Eleştirinin ruhu
Hindi’nin Ruhu, nitelikli edebiyatın peşindeki okurun ilgisini çeken, uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkan bir inceleme oyunlu, yer yer kahkaha attıracak kadar mizah yüklü ancak bir o kadar ciddi, kızgın ve alaycı, büyük bir romanı kavrama kılavuzu, bir üstkurmaca, heybetli bir taşlama. Kitabın başındaki biyografiye göre 1942-2004 yılları arasında yaşamış ve yaşarken sükut suikastine uğradığından yakınan Tanpınar gibi, ıskalanmış bir kayıp yazarın, Hasan Cahit Doğanay’ın, on yılı aşkın bir süre boyunca uğraştığı büyük romanı Hindi'yi açımlama iddiasında olan bir roman. Iskalanmış yazar Hasan Cahit Doğanay aslında yaşarken kıymeti bilinmeyen ancak sonrasında fikirleri ve eserleri üzerine tartışmalar başlatılan yazarların parodisi.
Yaşadığı dönemde yazdıklarıyla edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmemiş, edebiyat camiasında kendine bir yer edinememiş çok yazar var şüphesiz. Ersan Üldes Hindi’nin Ruhu’nda bu yazarların genel bir parodisini yapsa da Oğuz Atay, bunların arasında Hasan Cahit Doğanay ve Hindi’nin Ruhu ile çoğu bakımdan daha fazla örtüşen yazarlardan. Bu örtüşmeler Hasan Cahit Doğanay’ın yaşam öyküsünden başlayarak Mesut Penyeci’nin disconnectus erectus’luğu, insanı derinleştirecek "Türkiye’nin Ruhu" ile esnanlar içindeki Hindi’nin Ruhu, çok katmanlılık, kendine gönderme yapan bir dil, yapısal olmayan bir estetik, yeni türetilmiş sözcükler, yüksek sözel efektler, metinlerarasılık, iç içe geçmiş metinler, bir bilim adamının romanını yazmaya çalışan Mesut’a kadar gidiyor.
Kitabın başındaki biyografiye göre Hasan Cahit Doğanay, Harç (1972), Hazef (1977), Hoşt (1982) isimli üç romanından sonra 1999’da "Hindi" isimli son ve büyük romanını çıkarır fakat edebiyat dünyasında pek yankı bulmaz ve Hindi yer tezgahlarına serili mecalsiz yığınların insafına terk edilen 'büyük' bir roman olarak kalır. Ersan Üldes ise yıllar sonra yer tezgahında Hindi’yi fark eder, eline alır, kaldırır, incelemeye koyulur. Ersan Üldes’in eleştirmen ve romancı kişiliğinden gelen dile hakimiyetiyle bu nitelikli inceleme-değerlendirme-roman oluşur. Hasan Cahit Doğanay isimli kurgusal kayıp yazar ve Hindi isimli kurgusal kayıp roman ile, Hindi’nin Ruhu’nu oluşturan yazar, bir romanı anlamlandırma çabasını yine romanın sınırları içinde yapar.
Metnini sıradan okura kapayan Hasan Cahit’in kurduğu simgesel yapıların örtülerinin altındakileri, anlatıcı, metnin içinde ve iç ilişkilerinde değil yazarın yaşamöyküsünde arar, yazarın karısına, kızına, dostuna, kayınbiraderine sorar ve anlamlandırmaya çalışır. Bu durum kitapların, yazıldıktan sonra yazarlarına ihtiyaçları olmadığı inanışını hatırlatır. Roland Barthes Yazarın Ölümü'nde “Çağdaş kültürdeki edebiyat imgesi despotça yazarın kişiliğine, yaşamöyküsüne, beğenilerine ve tutkularına odaklanmıştır,” der, Ersan Üldes de, eserin açıklamasını her zaman onu üreten kişide arayanları hicvederek eleştirinin eleştirisini yapar. “Bir metne yazar atamak o metne kilit vurmaktır,” diyen Barthes’ın düşüncesiyle paralel olarak Hindi’nin Ruhu’nda anlatıcının anlam aramadaki fiziksel yolculuğunun beyhudeliği, metnin üzerinden yazarın gölgesinin kaldırılmasının, okurun metni kendi başına anlamlandırabilmesinin önemini gösterir. Metni yazarından bağımsız düşünüp özgür bırakan okur metinde hayal ettiğinin ötesinde anlamlar bulacaktır; yani cevap Neriman Doğanay’da yahut Nihat Baylan’da değildir, cevap metnin kendisindedir ve Hindi’nin Ruhu bunu söyler.
Hindi’nin Ruhu, biçem bakımından edebiyatın nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu ispat ediyor. Çünkü roman içinde roman, romanın romanı gibi tanımlamalarla aslında eski, fakat yeni bir boyutta işlenmiş bir biçime sahip. İki ayrı yazarın da kendi sesini duyduğumuz, iki ayrı kurgunun tek bir metinde bütünleştiği bir kitap bu; kuramsal/estetik tartışmaları mizah yüklü bir dille işlerken kaybetmişliği Hindi (Turkey) üzerinden deşifre eden.
İpek Bozkaya
Ersan Üldes ile söyleşi
Kitaplarınızda yazarın kendisini sorgulayarak “kurmacanın kurmacası”nı anlatıyorsunuz. Bu tür bir üst-kurmaca kullanmanın işlevi nedir? Neyi anlatır bize?
Bu bize ilk başta romanın gerçek olmadığını anlatır. Ne gerçek, ne tarih, ne bilim, ne de felsefe; roman yalnızca bir kurmacadır. Düz kurmaca okurdan saf bir sadakat talep ederken; okurun kendini metne kaptırmasını, okuduklarını gerçek ya da gerçeğe yakın şeyler olarak görmesini isterken, üst-kurmaca adı verilen deneyim, okuru bir anlamda uyandırır: Bakın, bu bir romandır, der, kendinizi olayların büyüsüne fazla kaptırmayın. Yazılanların birer uydurma olduğunu öğrenmek çoğu saf okurun tadını kaçırsa da bunu yapar. Fakat ben yine de bu üst-kurmaca tabirini okurların önüne ayırıcı bir nitelik ya da yenilikçi bir girişim olarak getirme taraftarı değilim. "İlk roman" olarak görülen metnin de bir üst-kurmaca olduğu ve dahası roman tarihinin hatırı sayılır metinlerinin çoğunun yazarın konumunu sorgulayan üst-kurmacalardan oluştuğu düşünülünce söz konusu tabir zaten kendiliğinden sıradanlaşacaktır.
Yazmanın kendisini sorun ediniyorsunuz romanlarınızda. Bunun romanlarınızda öne çıkmasının nedeni nedir?
Başka bir yol göremiyorum çünkü. Bir romancı, romanı ve romancılığı sorgulamak dışında başka ne yapabilir, inanın bilmiyorum. Bunu teknik bir doğruluk olarak önünüze koymak istemem ama, bir şekilde roman adı verilmiş bu sanata başka türlü bir katkı yapılamayacağını düşünüyorum. Tarihçi tarihi, felsefeci felsefeyi düşünür; romancının da roman sanatını mesele edinmesinden daha doğal ne olabilir? Romans, fotoroman veya film senaryosu yazıyor olsam başka türlüsü belki mümkün olurdu.
Yazma sorunsalının karakterlerinizin yaşadığı “konu bulamama” durumuyla ilişkisi nedir?
Roman karakterlerinin arayıp da konu bulamamaları ve bu durumu sürekli dile getirmeleri, çağımızın genelgeçer roman algısına yönelik bir taşlama olarak okunabilir. Genel algı, roman yazmak edimini, konu bulup onun üzerine yazmaya başlayan, o konuyla yatıp kalkan, onu hayatından çıkaramayan yazar imgesiyle açıklar. Çoğuna göre pek saygın bir imgedir. Ama sahtedir. Sahte değilse de fuzulidir. Daha doğrusu roman sanatıyla ilgilenen birini kimin aylarca neyle yatıp kalktığı pek ilgilendirmez. Roman sanatıyla ilgilenen biri, konuya da olaylara da biyografiye de fazla yüz vermez. O sanatın yapılış şekliyle daha çok ilgilenir, kafasını metindeki buluş ve düşünceye takar. Yani genel algının işaret ettiği şekilde bir konu bulmak, sonra o konunun üzerine oturup oradan hikayeler olaylar masallar yumurtlamak, romanın günümüzde geldiği noktayı bırakın, sadece doğduğu noktayı düşününce bile, gerçekten biraz zavallıcadır. İyi romanlar şişe geçirilip kızartılan atın öyküsünü anlatırlar. İngiliz dilindeki "hiçbir şey anlatmayan hikaye" anlamındaki bu deyimi meşhur Tristram Shandy’den öğrendim ve onun arkasındayım. Bugün romanlarımın ne hakkında olduğu sorulduğunda mesela, ben tıkanıp kalıyorum. Genel algıyı doyuracak bir yanıt bulamıyorum. Çünkü bugüne kadar hiçbir zaman "bir şey" hakkında romanlar yazmadım, yazamadım. Aşk üzerine, kıskançlık üzerine, aldatmak üzerine veya İttihat ve Terakki'nin gizli yapılanması üzerine yazılan bir romansallığa inanmadım, hala da inanmıyorum. Daha da ileri gidip şunu söyleyeyim; roman hiçbir şey üzerine olmaz. Mutlaka olacaksa da roman, roman üzerinedir.
Eleştirmenlere ve söyleşi yapan bizlere de “konu bulamama” eleştirisini getirebilir miyiz?
Eleştirmenlerin (ve kitap tanıtım yazarlarının) "konu bulamamak" gibi bir sorunu yok. Zira onların tamamına yakını, eleştirisini (tanıtımını) yaptıkları romanın içinde geçen olayları kayıpsız aktarmayı vazife edinmiş görünüyorlar. Önce yazarın biyografisi, sonra önceki eserlerine biraz değini, ardından roman kişi ve olayları, muteber kuramcıdan bir alıntı ve bitti. Buradaki sorun, konu bulamamaktan çok konu bolluğunda boğulmak. Konu denizinde romanı kaybetmek. Oysa eleştirmen bize tarihi ve sanatsal açıdan bir romanın nerede durduğunu gösterse, göstermeye çalışsa. Kendi perspektifini ortaya koysa. Arama motorlarının eremeyeceği, en azından derleyemeyeceği türde bilgi ve düşünceler üretse. Çünkü okur zaten istediği biyografiye ya da bilmemkimin özlü sözüne her istediğinde ulaşabiliyor. Eleştiri başlı başına bir sanat değil mi yoksa?
Bir romancıyla söyleşi yapanlarınsa (röportaj sanatından bağımsız olarak söylüyorum, zira onun da benim bilmediğim bir sürü inceliği vardır muhakkak) soru bulmak gibi bir sorunla boğuşacak olmaları ihtimali bile aslında bana çok tuhaf geliyor. Bir romancıya ne sorulabilir? Romanlarını hiç okumamış olsanız bile sorulabilecek ve sorulduğunda hiç de yadırganmayacak o kadar çok şey var ki; roman anlayışı, romanlarını nereye konumlandırdığı, romancılıkta neyi hedeflediği... Ama şöyle sorularla da karşılaştım: "Okurken ne dinlersiniz?", "Hangi kalemle yazmayı tercih edersiniz?", "Gün içinde mi yazarsınız yoksa gece mi?" Bu soruları soranlara da oturup ciddi ciddi yanıtlayanlara da (Bach, dolmakalem, gece) bir şey demiyorum. "Dilin sınırlarını zorluyorsunuz," cümleciğine bağlanan arkadaş canlısı soruyu alıp kendine yastık yapanlara da... Benim sadece bu sorulara verilecek bir yanıtım yok.
Bir çok alanda öğrenmeye çalışırken yolunu yitiren insanları anlatıyorsunuz. Deneyimlenen olaylara karşı izafiliğin yarattığı bir zafiyetten söz edebilir miyiz?
Yolunu bulan insanlar, ancak sağaltım kitaplarında olur. Bunu gerçeğe uygunluk beklentisiyle söylemiyorum. Evet, gerçek hayatta sağaltım kitaplarında yazıldığı gibi bir yol yoktur ve evet, o yolda dosdoğru ilerleyip koyu emellerinin bütününe ulaşabilen biri de yoktur. Ama maksadım hiçbir zaman bu gerçek-metin ikiliğini deşifre etmek olmadı. Daha çok idealist girişimlerdeki mizahi yanları keşfetmeye çalıştım. Bir insanın bütün bir felsefeyi sindirmesi mümkün müdür ya da bütünüyle bir müzik tarihini? Bir konuda eksiksiz iyi, tam olmaya çalışmak, bir konuda tamamen iyiyim, demek ne zaman mümkün olabilir? Tam da yarı aydına yaraşır bir Don Kişot'luk... Zafiyet de işte burada, bütün karşısında ne yapsa eksik kalan, asla bütünü ele geçiremeyen, bütünlüklü bir fikrin arkasından idealistçe koştuğunda gülünçleşen insanın acıklı vaziyeti.
Bilmek ve bilme zorunluluğunun getirdiği bir baskı var karakterlerinizin üzerinde.
Bu işte yine bütünü ele geçirme isteği, bir şeye tamamıyla hakim olma çabası... Dünyayı, yaşamı ve insanı algılayabilmek ve anlamlandırabilmek uğruna önüne çıkan disiplinleri tümden yutsa da ne kadarını ele geçirebilir insan? Zaten bu baştan büyük bir yanılsama. Çünkü dünya bilinçli bütünlerden değil avare parçalardan oluşmakta.
Bileceği şeylere karar vermiş, güçlü bir arkadaş ve öte yandan neleri bilmesi gerektiği konusunda karar vermemiş, görece daha güçsüz ve dağınık bir karakter arasındaki dostluğa yer veriyorsunuz.
Bu tür ilişkilere dostluk demek biraz iyimserlik olur. Daha çok simbiyotik ilişkilerdir bunlar; bazen iki tarafın da yarar sağladığı ya da bazen birinin mutlaka zarar gördüğü parazitlikler. Meriç ve Bahadır iki ayrı ucu temsil eder gibi görünseler de aslında birbirlerinin aynasıdırlar: Doppelganger... Mesut-Raşit ilişkisi ise bundan çok farklıdır. Raşit bilgisiyle Mesut için bir imkânken, aynı zamanda yine bilgisiyle bir engeldir. Buradan şu soru doğar: Bilgi bir imkân mı yoksa bir engel mi? Roman yazmaya kalkışan Mesut için, her ikisi birden...
İroniye sıklıkla yer veriyorsunuz, Bu, karakterlerinizin görece kendini zayıf hissetmelerinden doğan bir savunma mekanizması olarak mı romanlarınızın dilinde yer alıyor?
Ben buna mizah diyorum. İroni sözcüğünü kullanmaktan da çoğunlukla kaçınırım, çünkü ironi bizi sınırlı ve salt eleştirel bir alanda düşünmeye iter. Kara mizah veya hiciv de aynı şekilde. Mizahi olanı keşfetmeye uğraşırken hangi mizahi türün içinde davrandığımı kestiremeyebilirim, çünkü sadece mizahın yoğunluğuna ve yerindeliğine bakıyorum. Bir de elimden geldiğince parodiden uzak durmaya gayret ediyorum.
Mizahı sıklıkla kullanmak nasıl açıklanabilir? Bu sorunun muhatabı tabii ki öncelikle Cervantes. Sonrasında roman tarihinin bana göre önemli diğer bütün yazarları: Sterne, Diderot, Fielding, Flaubert, Musil, Gombrowicz, Beckett, O'Brien, Roth... Bu liste uzar gider, hepsinin ortak yönü mizahi olmaları. Farklı yoğunluklarda, ama hepsi mizahi... Ciddiyetleri, sıradışılıkları ve çarpıcı biyografileriyle edebiyat dünyasının ilah ve ilahesi haline getirilen Kafka ve Woolf'un da mizahi yazarlar olduğunu düşünüyorum. Bunu işaret etmeye çalışan bir yazı da yazmıştım. Kısacası, bana kalırsa mizah, roman sanatının alametifarikası...
Ayrıca mizah sadece bir araç da değil benim için, neredeyse bir amaç. Öyle ki, romansal mizahın keşfi için yazıyorum, da denebilir. Karakterlerin zayıf oluşlarının bununla bir ilgisi var mı? Bilmiyorum.
Yazarlar da bu ironik dilden nasibini alıyor. Yazarlara, bir şey bildiğini iddia edenlere, kısacası “belli bir entelijansiya”ya karşı eleştirel tutumunuzun kaynağı nereden geliyor?
Tutumum belli bir entelijansiyaya karşı değil kesinlikle. En iyi bildiğim, bildiğimi sandığım yerden mizahi keşifler yapıyorum sadece. Bu konuda gerçeğin bir parodisini yapmaya kalksaydım çok daha yaralayıcı ve çok daha gülünç olurdu. Acınacak haldeyiz çünkü. Kendimi ayrı tutmuyorum.
Söyleşi: Hüseyin Kesim
Görsel: Fırat Bilal
Yeni yorum gönder