Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Suç ve Ceza 150 yaşında




Toplam oy: 758
2016, Suç ve Ceza'nın yayımlanışının 150. yılı. Kan, şiddet ve ihlalin iktidara ulaştıran yolu ile boyun eğme ve acı çekmenin İsavari kurtuluş yolu arasında bir sarkaç gibi sallanan Raskolnikov, geçen 150 yılda öykündüğü Napoléon kadar ünlü bir karaktere dönüştü. Çoğu zaman sadece -belki de popülerliğini mümkün kılan- tek bir katmanı okunan bu önemli romanın tarihinde ve satır aralarında dolaşalım.

Virginia Woolf’a göre en büyük romancıdır Dostoyevski, G. Moore için ise ucuz polisiye yazarı. Einstein için bütün düşünürlerden, Gauss’tan bile daha çok şey öğrendiği kişidir. D. H. Lawrence ilk okuyuşunda hiç beğenmez, yanlış bir vizyona sahip yanlış bir sanatçı, der onun için; ancak sonraki yıllarda, üçüncü okumasından sonra Karamazov Kardeşler’in, “Büyük Engizisyoncu” bölümünün hayranı olur. Nabokov da beğenmeyenler arasındadır, banal, basit bulur; Cinnet’de “Dusky ve Dusty” diyerek alay eder. Nabokov’a göre oyun yazarı olması gerekirken romancı olmuştur Dostoyevski. Lunaçarski de romancılığına söz etmemekle birlikte onunla benzer düşüncelere sahiptir, romanlarının çok güzel sahnelenmiş diyaloglar olduğunu yazar. George Steiner’e göre ise modern romanın “şeklini ve psikolojisini” belirleyen isimdir. Camus ise daha da ileri götürecektir işi: “20. yüzyılın peygamberi Marx değil, Dostoyevski’dir diyecektir.” Andre Gide büyük bir hayranıdır. 1

 

İlk romanı İnsancıklar (1846), dönemin otoritesi Belinski tarafından alkışlarla karşılanır. Batılılaşmayı savunan, toplumsal içerikli edebiyata önem veren Belinski, romanda yoksulların savunusunu bulur. Bu hiç beklemediği ani ün sessiz, içine kapanık genç yazarımızın dengesini bozar. Tıpkı sonra yaratacağı kahramanları gibi ani bir dalgalanma ile coştukça coşar. Ne yazık ki bu coşkusu çok kısa sürecektir. İki hafta sonra yayımlanan Öteki, bu sefer Belinski tarafından hiç beğenilmez. Şöyle eleştirecektir: “Saçmalığın dik âlâsı artık!...Yeni öykülerinin her biri bir başka rezillik... Dostoyevski’nin dehası konusunda ne çok aldanmışız... Ben ki eleştirmenin önde gideniyim, hiç uyanamadım...” 2 René Girard’a göre ise, Belinski’nin Öteki’yi beğenmemesi, aslında Dostoyevski’yi konuları üzerinde daha derin çalışmaya sevk ederek olumlu bir süreci başlatmıştır: “Belki, yapıtı hak ettiği gibi karşılansaydı, o alanı bütünüyle kuşatıp ele geçiremezdi.” Öteki’nin kahramanı “Velçaninov’un en sonunda Trusotski’nin oyununa katılması gibi, Belinski’yle arkadaşları da ikiz rolüne soyunup, başarısızlık çemberini Dostoyevski’nin çevresinde daraltır. O yazın alanında saygıdeğer, hatta parlak bir meslek yaşamına kavuşabilecekken, çıkış yolunu kapatırlar. Dönüşebileceği yetenekli yazarı daha baştan ortadan kaldırmasına yol açarlar. Öteki’den sonraki yapıtlar, yetersizlikleriyle, Belinski’nin onlara yönelik kesin eleştirilerini doğrulamaktadır. Dostoyevski’nin önünde yalnızca iki yol kalmıştır: Tam delilik ya da deha, önce delilik, ardından deha.” 3

 

1849’da Sibirya’ya sürgüne gidiş, 1859’da dönüş... Unutulmuştur, sara hastalığı ile dönmüştür sürgünden, ayrıca kumar bağımlısıdır. Birlikte yaşaması hiç kolay olmayan bu insan, çevresindekilerin maddi ihtiyaçları konusunda ise aşırı hassastır. Kazandıkları hızla harcanır; kumara, alacaklılara, çevresine... Ölen üvey oğlunun geride kalan metresine bakacak kadar hassastır. Para ile ilişkisi tuhaftır; gençliğinde hizmetçisi parasını çaldığında adeta mutlu olur. Hayatının son yıllarına, ikinci eşi Anna’nın duruma el koymasıyla kumarı bırakana kadar sürekli olarak parasızlıkla boğuşacaktır. Duygusal Ezilenler (1861) ya da sürgün anıları Ölüler Evinden Anılar da (1862) henüz dehanın ışığını göstermezler. Yeraltından Notlar (1864) ise sonraki başyapıtların habercisi gibidir. Yeraltı adamı, Raskolnikov, Ivan Mishkin, Stavrogin, Ivan Karamazov çizgisi ile 19. yüzyılın ikinci yarısı Batı dünyasının “sorusu”nu edebi düzlemde ortaya koyan karakterler, Batı’nın kıyısında az gelişmiş bir ülkede ortaya çıkacaktır.4 

 

Kapitalizmin girdiği pencere

 

Kısa sürede Avrupa’nın en büyük sanayi kentine dönüşen St. Petersburg’da Raskolnikov’un çehresi her an görünecek gibidir.

 

 

Konu Suç ve Ceza olunca Petersburg’un tarihi de önemli. Dostoyevski’nin Batılılaşma sorgulamasının mekansal boyutudur yeni şehir. 19. yüzyıl Rusya’sı geri kalmışlıktan çıkış yolları aramaktadır. 1700’de denizciliğin ülke için önemini kavrayan Büyük Petro, Rusya’nın Batı’da denize çıkabildiği tek nokta olan Beyaz Deniz yerine daha aşağıda, stratejik bir konumdaki Nyeskans’ı ele geçirir. Bu boş, bataklık arazide 1703’ten itibaren akıl almaz bir işe girişir: Atlantik’e açılma olanağı olan bir başkent kurmak! “Petersburg’un kuruluşu yukarıdan aşağıya, zorbaca yürütülen ve dayatılan dünya modernleşme tarihinin belki de en dramatik kertesidir... Halkın büyük çoğunluğunun soyluların ya da devletin mülkü durumunda olduğu bir serf toplumunda Petro, neredeyse tükenmez bir emek gücü üzerinde tam yetki sahibiydi... İnsani kayıplar muazzamdı: Üç yıl içinde yeni şehir, sayısı 150 bine yaklaşan bir işçi ordusunu yutmuştu; sakat kalanların ve ölenlerin sayısıydı bu. Devlet, durmak bilmeksizin yenilerini getirtmek için Rusya’nın içlerine uzanıp duruyordu.”5 Taş bulunmayan bölgeye taş temini için bütün Rusya’da taş ile inşaat yapılması yasaklanmıştı. Soylular da nasibini almıştı bu durumdan, onlardan da evlerini yaptırmaları istenmişti. Tüm bu süreç mimarların ve şehir plancılarının kontrolündeydi. 1712’de başkent, resmen Moskova’dan St. Petersburg’a taşındı.

 

Bermann, Petersburg’u, “19. yüzyıl boyunca Rus toprağında modernliğin en berrak ifadesi” olarak tanımlar. Az gelişmişlik çağında, bir kuşağın yaşam süresi içerisinde dünyanın en büyük edebiyatlarından birisi yaratılırken, bu edebiyatın çok önemli halkalarının mekanı da bu şehirdir: Puşkin, Herzen, Gogol, Dostoyevski. Ayrıca, “modernliğin en güçlü ve uzun ömürlü mitos ve simgelerinden bazılarını da üretmiştir: Küçük Adam, Lüzumsuz Adam, Yeraltı, Öncü, Billur Saray ve son olarak da Sovyet ya da İşçi Konseyi...”

 

Adeta Rusya’ya gelen yeni moda fikirlerle hesaplaşacak bir yazar için kurulmuş bir şehirdi Petersburg. Dostoyevski, şehri o “zararlı” fikirlerin sahiplerinin bir uzantısı olarak, eleştirel bir şekilde betimler. Şehir hakkında olumlu söz söyleyen bir tek karakteri yoktur. Daha doğrusu, yazar olarak işe karışmaz; kahramanını Petersburg sokaklarına bırakır, her şeyi onun gözüyle görür, gördüklerinin onda yarattığı duyguları öğreniriz. Dostoyevski’nin yaşadığı dönem, özellikle sürgün dönüşü (1859), kapitalist ilişkilerin kökleşmeye başladığı bir döneme denk düşer. 1861’de serflik kaldırılınca, köylülerin büyük kente akını başlar. Özenle planlanmış Petersburg’un çeperlerinde barakalar türer, romanın geçtiği Sennaya Meydanı civarı proletaryanın yaşam alanı haline gelir. Kısa sürede Avrupa’nın en büyük sanayi kentine dönüşen, Batılılaşmanın ve kapitalizmin Rusya’ya girdiği bu en büyük pencerede Raskolnikov’un çehresi her an görünecek gibidir.

 

Avrupalı mı, değil mi?

 

Dostoyevski yazın alanında parlak bir meslek yaşamına kavuşabilecekken, dönüşebileceği yetenekli yazarı daha baştan ortadan kaldırırlar. Şimdi önünde iki yol vardır: Delilik ya da deha.

 

 

II. Aleksandr, 1861’de, amacı Avrupa’yı yakalamak olan ilerici reformları yürürlüğe koyar, serfleri özgürleştirir. Zamanın (hâlâ geçerli) kritik sorusu şudur: Rusya Avrupalı mıdır, değil midir? Değilse olmalı mıdır? Batıcılar, eski aristokratlar gibi Fransızca konuşup, son Avrupa modasına göre giyinip, eğitimlerini yurtdışında görürler. Rakipleri olan Slavcılar ise halka dönmek ve geleneklerde köklerini aramayı savunurlar. İronik olan, geleneklerde kök arama konusunun da bir Batı ithalatı olarak, Alman romantizminden esinlenmesidir. Ütopik sosyalizm, nihilizm gibi diğer akımlar da gündemdedir. Dostoyevski’nin dışarıdan gelen düşüncelere karşı yaklaşımı olumsuzdur. Mektuplarından, dönemin Avrupa edebiyatının yanı sıra, felsefesini de yakından takip etmeye çalıştığını, Kant’ı, Hegel’i ve diğerlerini okuduğunu biliyoruz. Raskolnikov’un ayrıcalıklı üstün insanlar düşüncesinin kaynağı olan Napoléon takıntısı da (Julien Sorel’i, dönemin diğer edebi kahramanlarını anımsayalım) Hegel’in Napoléon’u tanrısallığın canlı örneği olarak betimlemesinin bir uzantısıdır.

 

İsimlerdeki göndermeler

 

Konuşan isimler, Dostoyevski poetikasının önemli araçlarından birisidir. Metni çeviri olarak okumak, mevcut sözcük oyunlarının ve anıştırmaların anlaşılamamasına neden olur genellikle. 

 

Örneğin “Raskol”, Rusçada bölmek, parçalara ayırmak anlamına gelen “Raskolot” mastarından türetilmiş bir sözcüktür. 17. yüzyılda Rus Ortodoks kilisesi reforma karar verince ikiye bölünür. Reformcular resmi tarafta kalırken, Büyük İnanç tarikatı olarak reformları reddeden, bu yüzden yasadışı sayılan bir kesim ortaya çıkar. İşte bu Büyük İnanç tarikatının adıdır Raskol; Raskol’nik ise bu inancı savunan kişi demektir. Diğer bir deyişle Raskolnikov’un ismi, bölünmüş kişiliğine bir göndermedir. Tarikatın adı bir tek yerde geçer: Dedektif Porfiriy, Raskolnikov’la boyacı Mikolka’nın itirafı hakkında konuşurken onun da Büyük İnanç tarikatından olduğunu söyler. Dostoyevski yeni moda Batıcı görüşler ile Rus ortodoksluğunu da içeren geleneksel görüşler arasındaki bölünmeyi konu edinmektedir. Bu bölünmeyi, romanın başından sonuna kadar içsel mücadelesi ile Raskolnikov’un kişiliğinde gözlemleriz. “Sevgi,” Rus ortodoksluğunun temel değeri iken; Raskolnikov’un eyleminde simgeleşen “güç,” politik ve devrimci şiddetin bir niteliğidir.

 

İlya Petroviç, Porfiriy Petroviç, Marfa Petrovna, Piotr Petroviç Luzhin, Anastasiya Petrovna, Petrovski Adası gibi isimlerdeki Peter’ler (“Petroviç” Peter’in oğlu demektir) Büyük Petro’ya ve Petersburg’a göndermelerdir. Bir başka örnek, romanın başındaki rehin sahnesinde yaşanır; Rusça metinde geçen “vykupit” ve “volia” sözcükleri, serflerin özgürleşmesi sırasında yapılan ödeme ve serbest kalma ile ilgili sözcüklerdir. Sadece Türkçede değil, pek çok çeviride bu detaylar gözden kaçar. (Türkçe çeviride ilgili yerler bu detay anlaşılamadan şu şekilde okunur: “Geri alacağım onu sizden” ve “Canınız isterse”.) Anlatıda dil düzeyinde ikinci folklorik bir katman oluşturan göndermelere bir örnek olarak da tefeci kadının boynunun tavuk bacağına benzetilmesini örnek verebiliriz, Slav efsanesi Baba Yaga’ya bir göndermedir söz konusu olan.6-7

 

Tucker ise, Dostoyevski’nin Rusça olarak hem sabit hem de seyyar merdiven anlamına gelen “lestnitsa” sözcüğünü kullanarak Rus Ortodokslarının ünlü merdiven ikonuna göndermede bulunduğunu düşünür.8 Bahtin için ise, merdivenlerin anlamı biraz daha farklıdır: “Raskolnikov’un düşünde uzam, karnavalın genel simge-sistemi içinde fazladan bir önem kazanır. Yukarı, aşağı, merdiven, eşik, lobi, merdiven sahanlığı krizin, kökten değişimin ve beklenmedik yazgı dönüşümünün gerçekleştiği, kararların verildiği, yasak çizgilerin ötesine geçildiği, kişinin yenilendiği veya öldüğü ‘nokta’ anlamına bürünür.” “Dostoyevski bir malikane-ev-oda-apartman-aile yazarı değildir asla. Eşikle ilintisiz, içinde rahat yaşanan mekanlarda insanlar biyografik bir yaşam sürerler: Doğarlar, çocukluk ve gençliklerini geçirir, evlenir, çocuk sahibi olur, ölürler. Dostoyevski işte bu biyografik zamanın ‘üstünden atlar’. Eşikte ve meydanda olası tek zaman, bir an’ın yıllara, onyıllara, hatta ‘milyar yıllara’ ... denk olduğu kriz zamanı’dır.” Raskolnikov’un tabut boyutundaki odasında biyografik bir zaman yaşanmaz, “burada yalnızca krizler deneyimlenebilir, nihai kararlar verilebilir, ölünebilir veya yenilenebilir.”9

 

Kitaplarla süren bir mücadele

 

Raskolnikov’un ismi, bölünmüş kişiliğine bir göndermedir.

 

 

Suç ve Ceza 1865 yılında yazılır, Dostoyevski’nin görece en rahat ve uzun sürede yazdığı, anlatı alternatifleri üzerinde çalışabildiği romanlarındandır. 1866 yılında Rus Habercisi adlı dergide bölüm bölüm yayımlanır. Suç ve Ceza düşüncesi doğmadan önce, Sarhoşlar adını verdiği bir roman taslağı üzerinde çalışmaktadır Dostoyevski, ancak Suç ve Ceza’nın şekillenmeye başlamasıyla birlikte diğer metni Marmaledov karakteri olarak yeni romana dahil eder.

 

Tüm çevirilerde romanın ismi ile ilgili bir problem vardır; bu da romanın algılanışını, yorumlanışını etkiler. “Suç” olarak çevrilen “prestuplenie” sözcüğünün Rusça anlamı salt kriminal bir suç eylemi değil, aynı zamanda sınırı aşma, ihlal etme ve günahtır. Prestuplenie ile aşılan sınır yasal veya yasal olmayan, toplumsal, kutsal, kişisel, dinsel, yani illa suç ile ilişkilendirilemeyecek bir sınır olabilir.10 Dolayısıyla sorun basit bir kriminal suç temelinde konmamıştır ortaya. Roman salt Raskolnikov’un suçu temelinde değil, diğer kimi karakterlerin “ihlalleri” çerçevesinde de okunabilir. Marmaledov’un da, Svidrigaylov’un da bazı sınırları aştığını ve hesaplaşmalarını yaptıklarını düşünebiliriz. Suç ve Ceza’nın dönemin kitaplarla süren düşünsel mücadelesinin halkası olduğunu tekrar anımsatalım. Turgenyev’in Babalar ve Oğulları'na karşı Çernişevski Nasıl Yapmalı?’yı yazacak, Dostoyevski de bu zincire Yeraltından Notlar ile eklenecektir. Ancak dehanın kehanetinin hayatta karşılık bulması için henüz erkendir. Batı’nın felsefi üst-insan problemini bile öncelemiştir edebi deha. Öte yandan Çernişevski Nasıl Yapmalı?, bir kuşağın üzerinde Marx’ın Kapital’inden daha fazla etkili olacak ve 1917 Ekim devriminin edebi temellerinden birisini teşkil edecektir.11 Bu zincir Tolstoy ve Lenin’in yazacağı benzer isimli kitaplarla devam edecek, Dostoyevski’nin tercümeleri ile birlikte Rusya dışına taşıp Ayn Rand’a kadar uzanacaktır. Çernişevski Nasıl Yapmalı?’da radikal özgeciliği savunmakta, Dostoyevski de Yeraltından Notlar ile bu görüşe karşı saldırıya geçmektedir. Suç ve Ceza’da bu çarpışma yeni bir düzlemde devam eder.

 

Suç ve Ceza’nın, Dostoyevski’nin görece en rahat ve uzun sürede yazdığı, anlatı alternatifleri üzerinde çalışabildiği romanlarından demiştik. Nitekim Dostoyevski, Suç ve Ceza’yı önce birinci tekil şahıs anlatısı biçiminde -anı olarak- kaleme alır, fakat hoşnut kalmaz sonuçtan. Sonra yargılama sırasında yazılan bir itirafa dönüştürür, yine beğenmez. Olaydan sekiz yıl sonra yazılmış bir anı olarak kaleme alır, ancak bu da içine sinmez. Sonuçta, elimizde bulunan biçimde karar kılar. Başyaptıları serisinin başlangıcı olarak niteleyebileceğimiz bu romanla birlikte şu soruların peşine düşer: Gerçekliğin doğasını nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız? Tanrı var mı? Bir insan olmak ne anlama gelir? Yaşamın amacı nedir? Diğer insanlara nasıl davranmalıyız? 

 

Dostoyevski, Avrupa’da o zamanlar ortaya çıkmış ve popüler olan Bildungsroman tarzına yüz vermez. Bu tarzda kahramanın hayatı bir büyüme hikayesi biçiminde doğal evrimi içinde hikaye edilir: Doğacak, büyüyecek, gelişecek. Ya da hikayenin başladığı noktadan bir evrim aşamasına ilerleyecek. Yazarımız, kahramanın bu pedagojik gelişme süreciyle hiç ilgilenmez. Dikkatini ani ve hızla değişikliklere, ihlallere yoğunlaştırır, sonra ihlalcinin ruhunu mikroskop altına alarak düşüncelerini incelemeye başlar. Onun için önemli olan içerdeki fırtınalardır, yoksa kahramanı çevreleyen maddi dünyadakiler değil. Bu alışıldık anlatı biçiminin terki Dostoyevski romanlarına bir hikayenin ortasından başlanıyormuş hissi verir. Bir masumluk durumundan, bir sınır aşma eylemiyle birlikte masumiyetin yok olduğu bir aşamaya geçeriz. Dostoyevski’nin bu süreçte asıl ilgilendiği konu da, sınır ihlalinden ziyade, ihlalden sonra kahramanın yaşadıklarıdır.

 

Linde Ivanits, romanda açık ve örtük katmanların karşılıklı etkileşimini görür. Bir katmanda psikolojik bir gerilim macerası izlenirken, ikinci katmanda çoğunlukla (isimlerin önemi ve geleneklere atıf örnekleriyle yukarıda işaret ettiğimiz gibi) semboller ve imalar yoluyla o ilk katmana yorumlar getirilip, yüzeysel olaylara daha derin anlamlar yüklenir. Bu da romanı edebiyat tarihinin en büyük manevi arayış hikayelerinden birisine dönüştürür. Ona göre folklorik dip akıntıları Suç ve Ceza’daki iki farklı dünyaya ve gerçeklik algısına işaret eder: Eğitimli Rusların pozitivizm ve akılcılığı ile bilimsellik öncesi popüler inançlar evreni.12

 

Romanın başından sonuna kadar Raskolnikov’u pençesinde tutan da bu ikilemdir. Bu yollardan herhangi birisini çözüm olarak benimseyemez: Kan, şiddet ve ihlalin iktidara ulaştıran yolu ya da boyun eğme ve acı çekmenin İsavari kurtuluş yolu. Bu iki durum arasında bir sarkaç gibi salınır, her ikisini de sever ve nefret eder. Tıpkı Sonya ile bir karşılaşmasında içinin önce nefretle dolması, sonra hemen duygularının sevgiye dönüşüvermesi gibi. Boyun eğmiş meleksiliği ile Sonya bir yanda; kişisel irade, güce yönelimi ile Svidrigaylov öte yanda. Nitekim Dostoyevski’nin notlarında şu satırları okuruz: “Svidrigaylov umarsızlık, siniklik; Sonya umut, en zor gerçekleştirilebilir olan (bunlar Raskolnikov’un kendisi tarafından dile getirilmelidir.) O bunların ikisine de tutkuyla bağlıdır.”13 Not defterlerinde Raskolnikov için düşünülen alternatif sonlardan birisi de intihardır, romanda da birkaç kez değinilir bu ihtimale. Romanın sonunu kimileri biraz kolaya kaçılmış bulur. Dostoyevski ise çözümün, o yeni yaşamın ne olduğuna detaylı olarak girmeden, “Bu yeni bir hikayenin konusudur,” der; Girard’ın dediği gibi, o yeni hikaye hiç yazılmaz.

 

Çok sesli romanın yaratıcısı

 

Bahtin için Dostoyevski, çok sesli romanın yaratıcısıdır: “Dostoyevski hakkındaki devasa literatürle ilk defa karşılaşan biri, romanlar, öyküler yazan tek bir yazar-sanatçıyla değil, birçok yazar-düşünürün –Raskolnikov, Mışkin, Stavrogin, İvan Karamazov, Büyük Engizisyoncu ve diğerlerinin– çeşitli felsefi açıklamalarıyla karşı karşıya olduğu hissine kapılır… Romanlarının başlıca karakteristiği, bağımsız ve kaynaşmamış seslerin ve bilinçlerin çokluğu, tamamen meşru seslerin sahici bir çok sesliliğidir.”14 Lunaçarski de aynı görüştedir: “Dostoyevski, tutkuyla tir tir titreyen, tutuculuğun ateşiyle yanan, son derece bireyci ‘seslerin’ önüne birtakım önemli tartışma konularını bile bile sürmekte, bunun ardından kopan gürültülü tartışmalara kendisi seyirci kalmaktadır, bunca tartışmanın nereye varacağını merakla izleyen bir seyirci... Dostoyevski’nin romanlarında yazar bir öğüt verici olarak asla öne çıkmaz, bize asla ahlak dersi veren sesini duyurmaz.”15

 

Girard’ın Dostoyevski’yi felsefi, siyasi, dinsel açılardan öne çıkarmaya çalışan yorumlara karşı duruşu nettir: “Dahi Dostoyevski, romancı bir Dostoyevski’dir... Dolayısıyla özgürlüğün anlamını onun kuramsal düşüncelerine değil, tam anlamıyla ve bütünüyle romansı olan metinlerine sormak gerekir. Bu özgürlük Sarte’ınki kadar köktendir, çünkü Dostoyevski evreni de Sartre evreni gibi nesnel değerlerden yoksundur. Ama Dostoyevski olgunluk çağında ve yaşlılığında, önce yalnız roman yaratısı düzeyinde, ardından dinsel dalınçta, ne romancı Sartre’ın ne de felsefeci Sartre’ın algılayamadığı bir şeyi algılamıştır: Böylesi bir evrende, temel seçim sessiz bir kendinde’yle değil, ana modelini bize ötekinin sağladığı, baştan anlam yüklü ve anlam yayıcı bir tutumla ilgilidir.”16

 

Girard, Dostoyevski’nin kişiliği, yaşamı ile roman kahramanları arasında paralellik kurduğu, “yeraltı psikolojisi” adını verdiği bir kişilik çözümlemesi uygular. Gurur ve arzusuna özenilen Öteki’nin varlığı nedeniyle ikiye bölünmüş romantik bilincin bu bölünmüş yarıları Yeraltından Notlar’a kadar duygusal/dokunaklı yapıtlarla, grotesk yapıtlarda ayrı ayrı kişilikler olarak karşımıza çıkarlar. Yeraltının kahramanı bu dayanılmaz ikiliğin olanaksız bileşiminin değil, tek bir bireyde acı verici biçimde yan yana gelişini simgeler. Girard’a göre bu, Dostoyevski’nin hem kendi hem de roman kişiliklerini anlayışında yeni bir aşamadır. Raskolnikov karakteri ile ayrı ayrı duygusal veya grotesk kişiliğin yerini işte bu bölünmüşlüğün (“Raskol”un bölünmüşlük anlamına dikkat!) tek bir bireyde acı verici birlikteliğinin sonucu olan, kendisini yeraltından kurtarmak isteyen trajik eylemci alacaktır. Ancak bu trajik eyleme yol açan “gurur fazlalığı” da kahramanın yeraltından çıkışını olanaklı kılmaz. Soruya yanıt arayışı sırayla Budala ve Ecinniler’in kahramanlarında devam edecektir: “Kendine tapmak için Tanrı’ya başkaldıran kişi her zaman en sonunda Öteki’ye, Stavrogin’e tapmaya başlar. Yalın ama derin sezgi, Suç ve Ceza’da başlayan yeraltı psikolojisini doğaüstü bağlamında aşma işini tamamlar. Raskolnikov özünde öldürdüğü tanrının yerini almayı başaramayan adamdır, ama başarısızlığının anlamı saklı kalır; Cinler’in ortaya çıkardığı şey bu anlamdır. Stavrogin kesinlikle ne kendinde, ne de hatta kendi için tanrıdır; hiçbir değeri yoktur. Stavrogin Ötekiler için tanrıdır.”

 

Yeni adım attığımız 2016, Suç ve Ceza’nın yayınlanışının 150. yılı. Geçen bu sürede Raskolnikov, öykündüğü Napoléon kadar, ünlü bir karaktere dönüştü, kişiliği ve ortaya attığı soru güncelliğini hiç yitirmedi. Dünyanın dört bir yanında eleştirmenler hâlâ Suç ve Ceza’da yeni ipuçları arıyor, Raskolnikov en çok tanınan roman kahramanı tahtında oturmaya devam ediyor. Çoğu zaman sadece -belki de popülerliğini mümkün kılan- tek bir katmanı okunan bu önemli romanın tarihinde ve satır aralarında dolaşmaya çalıştık yerimiz elverdiğince. Dostoyevski’ye gelince... “‘Dostoyevski öldü,’ dedi kadın. ‘Protesto ediyorum!’ diye ateşli bir sesle haykırdı Behemoth. ‘Dostoyevski ölümsüzdür!’” (Usta ile Margarita)

 

 

 


 

 

1- René Wellek (ed.), Dostoevsky: A Collection of Critical Essays, Prentice-Hall, 1962

2- René Girard, Dostoyevski: Yeraltı İnsanı, Everest Yay., 2014

3- Girard, agy

4- George Lukacs, “Dostoevsky”; René Wellek (ed.), Dostoevsky: A Collection of Critical Essays içinde, Prentice-Hall, 1962

5- Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yay., 1994

6- Clint Walker, “On Serfdom, Sickness and Redemption: The Peter the Great Subtext”, Crime and Punishment Dostoevsky Studies içinde, 2009

7- Charles E. Passage, Character Names in Dostoevsky's Fiction, Ardis, 1982

8- Janet G. Tucker, Profane Challenge and Orthodox response in Dostoevsky’s Crime and Punishment, Rodopi, 2008

9- Michail Bakhtin, Karnavaldan Romana, Ayrıntı Yay., 2001

10- Predrag Cicovacki, Dostoevsky and the Affirmation of Life, Transaction Pub., 2014

11- Joseph Frank, Dostoevsky, A Writer in His Time, Princeton, 2010

12- Linda Ivanits, Dostoevsky and the Russian People, Cambridge University Pr., 2008

13- Ernest J. Simmons, Dostoevsky, The Making of a Novelist, Vintage Books, 1962

14- Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Yay., 2004

15- Anatoli Vasilyeviç Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat Üzerine, Adam Yay., 1982 

16- Girard, agy

 

 

 


 

 

 

* Görseller: (sırasıyla) Christopher Çolak, Nora Yeksek, Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.