Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Wikileaks ya da Terbiyesiz Olmak Ne Zaman Vazifemiz Olur




Toplam oy: 1058

 

Slavoj Žižek 

 

 

Wikileaks tarafından açığa çıkarılan diplomatik telgraflardan birinde Rus Putin ve Medvedev çifti Batman ve Robin olarak niteleniyor. Bu benzetmenin izini sürmek lazım: Wikileaks’i örgütleyen Julian Assange da Christopher Nolan’ın oynadığı Karanlık Şövalye’deki Joker’in gerçek yaşamdaki karşılığı değil mi? Filmde, yozlaşmış ve saplantılı bir kabadayı olan, kendisi de cinayetler işleyen bölge savcısı Harvey Dent, Batman tarafından öldürülür. Batman ve arkadaşı polis memuru Gordon, Dent’in cinayetlerini halk duyacak olursa şehrin moralinin bozulacağını fark ederler. Batman Gordon’u cinayetlerden Batman’i sorumlu göstererek Dent’in imgesini korumaya ikna eder; Gordon Bat-Sinyali bozar ve şehirde Batman avı başlar. Filmin son mesajı halkın moralini bozmamak için yalan söylemenin zorunlu olduğudur: sadece bir yalan kurtarabilir bizi. Paradoksal bir şekilde, filmdeki tek doğruluk figürünün Joker, yani filmin baş haydutu olmasına şaşmamak gerek. Onun Gotham Şehri’ne saldırılarının hedefi açıkça söylenir: Batman maskesini çıkarıp da gerçek kimliğini gösterinceye kadar sürdürecektir saldırmayı; bu ifşayı engellemek ve Batman’i korumak isteyen Dent, basına kendisinin Batman olduğunu söyler – bir yalan daha. Joker’i tuzağa düşürmek için, Gordon kendi (sahte) ölümünü sahneler – yalanın bini bir para.

 

 

 

Peki, öyleyse, Maskenin altındaki gerçeği ortaya çıkarmak isteyen, bu ifşanın toplum düzenini bozacağına inanan bu Joker nedir? Bir terörist mi? Filmin sıra dışı popülerliği de onun bizim ideolojik-politik burcumuzun bir damarını yakaladığını göstermiyor mu: yani gerçeğin istenen bir şey olmamasını? Bu açıdan, Karanlık Şövalye aslında Vahşi Batı’yı uygarlaştırmak için Yalanın Doğru seviyesine çıkarılması gerektiğini, kısacası bizim uygarlığımızın bir Yalan üzerinde yükseldiğini gösteren iki John Ford westerninin (Apaçi Kalesi ve Liberty Valance’ı Vuran Adam) yeni bir versiyonudur. Burada sorulacak soru şu: Neden, tam da bu anda, toplumsal sistemi sürdürmek için bir Yalana yeniden ihtiyaç duyulur? Leo Strauss’un yeniden güncel olması nereden gelir?

 

Demokrasinin içkin krizi aynı zamanda Leo Strauss’un yeniden popüler olmasının nedenidir: onun politik düşüncesinin bugün önemli olan yanı elitist demokrasi fikri, yani “zorunlu yalan” düşüncesi, elitlerin yönetmesi gerekir, neler olup bittiğini (iktidarın acımasız maddeci mantığını vb.) gerçekten bilerek ve insanları tatlı cehaletleri içinde mutlu tutmak için masallarla beslemesi gerekir düşüncesidir. Strauss’a göre, Sokrates’in dava ve idam edilmesinden çıkacak ders Sokrates söylenen suç işlediğiydi: felsefe topluma bir tehdittir. Tanrıları ve şehrin ethosunu sorgulayan felsefe, yurttaşların sadakatini ve böylece normal toplumsal yaşamın temelini kırar. Yine de felsefe ayrıca insanca işlerin en yüksek, en değerli olanıdır. Bu çelişkinin çözümü filozofların öğretilerini sır olarak saklaması, onları ezoterik “satır aralarında” yazma sanatıyla aktarmalarıydı. Felsefenin Platon’dan Hobbes ve Locke’ye uzanan “Büyük Geleneğinde” bulunan gerçek, saklı mesaja göre tanrılar yoktu, ahlak temelsiz önyargıdan ibaretti ve toplum doğaya yaslanmıyordu...

 

 

 

Öyleyse, Wikileaks ile ABD İmparatorluğu arasındaki mücadeleyi nasıl değerlendireceğiz – Wikileaks’in gizli ABD devlet belgelerini yayınlaması bilgi özgürlüğünü desteklemek için yapılmış bir eylem mi, yoksa dengeli uluslararası ilişkilere tehdit oluşturan terörist bir eylem mi? Fakat ya asıl mücadele bu değilse, ya can alıcı bir ideolojik ve politik mücadele Wikileaks’in kendi içinde yürüyorsa: gizli devlet belgelerini yayınlama gibi radikal bir eylemle, bu eylemin içinde Wikileaks’in de yer aldığı hegemon ideolojik-politik alana, yeniden yerleşme tarzı arasında bir mücadele varsa? 

 

 

 

Bu yerleşme öncelikle “şirket anlaşması” denen şeyle, yani Wikileaks’in 5 büyük medyayla yaptığı, onlara belgeleri seçerek yayınlamak için özel hak verdiği anlaşmayla ilgili değildir. daha önemli olan şey Wikileaks’in komplocu tarzıdır: “iyi” bir gizli grup (Wikileaks) “kötü” bir gruba (ABD Devlet Dairesi) saldırıyor. Bu şekilde, düşman doğruyu gizleyen, halkı yönlendiren ve acımasızca çıkarlarının peşinde koşarken müttefiklerini küçük düşüren ABD diplomatları olarak tanımlanır. Böyle bir bakış için, “iktidar” tepede durup yalan söyleyen ve toplumu yönlendiren kötü adamlardır, bütün toplumsal varlığa nüfuz eden, onu baştan aşağı kat eden, bizim nasıl çalıştığımızı, tükettiğimizi, düşündüğümüzü belirleyen bir şey olmaktan çıkar. 

 

 

Slavoj Zizek

Wikileaks’in kendisi bu iktidar dağılımının tadını toplumun bir parçası olan şirketler – Mastercard, Visa, Paypal, Bank of America – Wikileaks’i sabote etmek üzere ABD devletiyle güç birliği yaptığı zaman anladı. İnsanın bu tür komplocu bir tarz için ödediği bedel onun içine düşmek olur: daha şimdiden Wikileaks’in arkasında kim olduğuna (CIA’nin ta kendisi?) dair kuramlar olmasında şaşacak bir şey yok.

 

 

 

 

Bu komplo tarzı görünür karşıtıyla, yani Wikileaks’in “bilginin serbest akışı” ve “yurttaşların bilme hakkı” için verilen görkemli mücadelenin tarihindeki yeni bir sayfa olarak liberal bir tavırla sahiplenilmesiyle tamamlanır – son aşamada Wikileaks “araştırmacı gazeteciliğin,” liberal özgürlük savaşçılarının gözdesi olan şeyin radikal örneklerinden biri olmaya indirgenir. Buradan bakıldığında, sıradan birkaç kişinin Başkana kadar uzanan bir skandalı ortaya çıkartmasını, onu görev bırakmaya zorlamasını anlatan çoksatarların ve Başkanın Bütün Adamları’ndan Pelican Dosyası gibi gişe rekoru kıran Hollywood filmlerinin ideolojisine varmak için tek bir adım atmak yeter. Yozlaşma en tepeye varmış olsa bile, bu tür eserlerin son mesajında ideoloji hakim olur: bizimki öyle güzel bir ülke ki sizin benim gibi birkaç sıradan adam Başkanı, yeryüzünün en güçlü adamını alaşağı edebiliyor!

 

 

 

Hakim ideolojinin başlıca zaferi kendisinin acımasız özeleştirisi gibi görünen şeyi rahatça yapabilmesidir. Bugün anti-kapitalizm eksikliği yok, kapitalizmin dehşetlerinin eleştirisi konusunda tam bir yığılma yaşıyoruz: kitaplar, derinlemesine soruşturmalarla dolu gazeteler ve televizyonlar acımasızca çevreyi kirleten şirketlerle, bankaları kamu parasıyla kurtarılırken bol bol para cebe indiren yozlaşmış bankacılarla, çocukların ağır işler yaptığı yasadışı atölyelerle vb. vb. ilgili haberler yağdırır. Fakat, bütün bu eleştiri selinin küçük bir hilesi vardır: bu eleştiride kural olarak sorgulanmayan şey, acımasız görünse de, bu aşırılıklara karşı mücadele etmenin demokratik-liberal çerçevesidir. Hedef (örtük ya da açık olarak) kapitalizmi demokratikleştirmek, demokratik denetimi ekonomiye, halk medyasının, meclis soruşturmalarının, daha ağır yasaların, dürüst polis araştırmalarının vb. vb. yardımıyla yaymak – fakat asla (burjuva) hukuk devletinin demokratik kurumsal çerçevesini sorgulamamaktır. Bu “etik anti-kapitalizmin” en radikal biçimlerinin (Porto Allegre forumu, Seattle hareketi) bile kutsal ineği olarak kalır bu çerçeve. Soru da şudur bu yüzden: Wikileaks buna indirgenebilir mi?

 

 

Yanıt apaçık bir hayırdır: daha en başından beri, Wikileaks etkinliğinde bilginin serbest akışı gibi liberal bir temadan öteye uzanan bir şeyler vardı. Bu aşırılığı içerik düzeyinde aramamalıyız. Wikileaks ifşalarıyla ilgili tek gerçekten şaşırtıcı şey onlarda şaşırtıcı bir şey olmamasıdır: tam olarak öğrenmeyi beklediğimiz şeyi öğrenmedik mi? rahatsız edici tek şey görünümlerdi: artık herkesin bildiğimizi bildiği şeyi bilmiyormuş gibi yapamayız. Kamusal alanın paradoksu budur: tatsız bir olguyu herkes bilse bile, onu herkesin önünde söylemek her şeyi değiştirir. Eğer Wikileaks’in öncülerini arıyorsak, yeni Bolşevik yönetimin 1918 yılında aldığı ilk önlemlerden birinin çarlık döneminin gizli diplomasi belgelerinin tamamını, bütün gizli anlaşmaları, umumi anlaşmaların gizli maddelerini vb. halka açmak olduğunu hatırlamamız lazım. Burada da, hedef hem içerikti, hem de devletin iktidar aygıtlarının bütün işleyişiydi. (İki on yıl sonra, elbette, Stalin’in kendisi halka açık 1939 Ribbentrop-Molotov paktını tamamlayan (Doğu Avrupa’nın bölünmesiyle ilgili) gizli maddelerle birlikte, gizli diplomasinin örnek bir vakasını ortaya koydu.)

 

 

 

Wikileaks’in tehdit ettiği şey iktidarın biçimsel işleyiş tarzı: diplomatik etkinliğin iç mantığı bir bakıma yasallıktan çıkarılmıştı. Asıl hedef sadece pis ayrıntılar ve onlardan sorumlu bireyler (daha dürüst başkalarıyla yer değiştirecek olan bireyler) değildi, ya da daha veciz söylersek, iktidarda olanlar değil iktidarın kendisi, onun yapısıydı. İktidarın sadece kurumlarını ve kurallarını değil, aynı zamanda ona karşı koymanın yasal (“normal”) yollarını (özgür basın, STÖ’ler vb.) da içerdiğini unutmamalıyız  ve Saroj Giri’nin vecizce söylediği gibi, Wikileaks eylemcileri, “iktidara meydan okuyup doğruyu ifşa etmenin normal yollarına meydan okuyarak iktidara meydan okudu.” 

 

 

 

Wikileaks ifşaları sadece bize, yurttaşlara, iktidar koridorlarındaki kapalı kapılar ardında neler olup bittiğini bilmeye aç tatminsiz bireyler olarak seslenmez; hedefleri sadece iktidardakileri utandırmak değildi. Wikileaks ifşaları beraberlerinde kendimizi temsili demokrasinin sınırlarının ötesine uzanan farklı bir iktidar işleyişi ortaya çıkarmak üzere uzun bir mücadeleye hazırlama çağrısı da getirir. XX. yüzyılda Amerikan gazeteciliğinin ikonlarından biri olan Walter Lippmann, ABD demokrasisinin anlaşılmasında önemli bir rol oynamıştı. Politik açıdan ilerici olsa da (Sovyetler Birliği’ne karşı adil bir politika savunuyordu vb.), ürpertici bir doğruluk etkisine sahip bir halk medyası kuramı öne sürdü. Daha sonra Chomsky’nin ünlendireceği Rıza İmalatı terimini uydurdu – ama Lippmann bunu olumlu bir şekilde kullanmıştı. Public Opinion’da (1922, Halkın Fikri),  “yönetici bir sınıfın” b meydan okumayı karşılaması gerektiğini yazıyordu – halkı Platon gibi görüyordu. yabani bir hayvan ya da iri bir canavar – “yerel görüşler kaosunda” dolanıyor. “Bu yüzden yurttaş sürüsünü” “çıkarları yerelden uzak bir uzman sınıfı” tarafından yönetilmelidir – bu elit sınıfı demokrasinin başlıca kusurunu, “her şeyi yapabilen yurttaş” gibi olanaksız bir ideali atlatan bir bilgi mekanizması gibi davranacaktır. Bizim demokrasilerimiz böyle işler – rızamız sayesinde: Lippman’ın söylediği şeyin esrarlı bir yanı yok, apaçık bir gerçek bu; buradaki esrar, bizim bu oyunu bilerek oynamamızdır. Sanki özgürmüşüz ve özgürce karar veriyormuşuz, bize ne yapacağımızı ve ne düşüneceğimizi söyleyen (özgürce konuşmamızın biçiminin içine yerleşmiş) görünmez bir emri sessizce kabul etmek bir yana talep de etmiyormuşuz gibi davranırız. Marx’ın çok uzun zaman önce söylediği gibi, esrar biçimin kendisindedir.

 

 

 

Bu açıdan, bir demokraside, her yurttaş aslında bir kraldır – ama anayasal demokraside bir kral, sadece biçimsel olarak karar veren, işlevi yetkili idare tarafından önerilen önlemleri imzalamak olan bir kraldır. Bu yüzden demokratik ritüeller sorunu o büyük anayasal demokrasi sorunuyla özdeştir. Kralın saygınlığını nasıl koruyacağız? Hepimiz bunun doğru olmadığını bildiğimiz halde, aslında kralın karar verdiği görünümünü nasıl sürdüreceğiz? Trotski parlamenter demokrasiyi kınarken haklıydı; eğitimsiz kitlelere fazla güç verdiği için kınamıyordu onu, paradoksal bir şekilde, kitleleri fazla edilgenleştirdiği için, inisiyatifi devlet iktidarı aygıtlarına bıraktığı için kınıyordu (“Sovyetler” işçi sınıfların kendilerini doğrudan seferber etmesini ve güç kullanmasını sağlıyordu). Öyleyse bizim “demokrasi krizi” dediğimiz şey insanlar kendi güçlerine inanmaktan vazgeçince ortaya çıkmıyor, tersine, elitlere, onlar adına bilmek ve kılavuz hazırlamak zorunda olanlara güvenmeyi bıraktıkları zaman, “(gerçek) tahtın boş olduğunu,” kararın artık gerçekten onlara ait olduğunu haber veren kaygıyı yaşadıkları zaman ortaya çıkıyor. Bu yüzden “özgür seçimlerde” hep azami bir kibarlık hali de vardır: iktidardakiler kibarca aslında iktidara sahip olanlar kendileri değilmiş gibi yapar ve bizden özgürce onlara iktidarı vermek isteyip istemediğimizi sorar – bu da reddedilmek üzere yapılan bir jestin mantığıyla aynı mantıktır.

 

 

 

Alain Badiou demokrasideki iki yozlaşma tipini (ya da düzeyini) birbirinden ayırmayı önerdi: de facto ampirik yozlaşma ve politikayı özel çıkarların olumsuzlaması politikasına indirgeyen demokrasi biçimine ait olan yozlaşma. Bu ayrılık bazen dürüst “demokratik” bir politikacı gibi (nadir, gerçek) örnekler sayesinde görünür olur, bu politikacı bir yandan ampirik yozlaşmayla mücadele ederken, aynı zamanda yozlaşmanın biçimsel uzamını destekler. (Elbette, ampirik açıdan yozlaşmış bir politikacının Erdemin diktatörlüğü adına davranması gibi bunun tersi bir örnek de vardır.) Benjamin’in yürürlüğe konan  ve yürürlüğe koyan şiddet [constituted and constituent violence] arasındaki ayrımı açısından bakılırsa, “yürürlüğe konan” yozlaşmayla (yasaları çiğnemenin ampirik örnekleriyle) demokratik yönetme biçiminin kendisinin “yürürlüğe koyan” yozlaşması arasındaki ayrımla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

 

 

 

“Eğer demokrasi bir temsilse, öncelikle kendi biçimini destekleyen genel sistemi temsil eder. Başka deyişle, seçim demokrasisi sadece, günümüzde yeniden “piyasa ekonomisi” diye adlandırılan kapitalizmin konsensusa, gayrıresmi rızaya dayanan temsili olduğu ölçüde temsilidir. İlkede yozlaşması böyledir.” 

 

 

 

Bu satırları en kesin aşkınsal anlamıyla düşünmek gerekir: ampirik düzeyde, elbette, çok partili liberal demokrasi halkın farklı görüşlerinin, onların partilerin önerilen programları ve onların adayları hakkında ne düşündüğünün vb. niceliksel dağılımını “temsil eder” – aynalar, kaydeder, ölçer; fakat bu ampirik düzeyden önce ve çok daha radikal bir “aşkınsal” anlamda, çok partili liberal demokrasi, toplum, politika ve içindeki bireylerin rolüyle ilgili belli bir vizyonu “temsil eder” – örnekler. Wikileaks ifşaları sadece “yürürlüğe konan” yozlaşmayı hedef almıyor, onların tehdit ettiği şey, politikayı seçimler aracılığıyla, devletin yasama ve yürütme aygıtı vb. vb. üzerinde denetim elde etmek için rekabet eden partiler halinde örgütleyen hassas bir sosyal yaşam vizyonunu “temsil eden” çok partili liberal demokrasi biçiminde vücut bulan “yürürlüğe koyucu” yozlaşmadır. Bu “aşkınsal çerçevenin” asla nötr olmadığının hep farkında olmalıyız – bazı değer ve pratiklere ayrıcalık verir. Bu nötr olmama hali kriz ya da aldırışsızlık momentlerinde, demokratik sistemin insanların aslında ne istediğini ya da düşündüğünü anlamakta yetersiz kalmasını yaşadığımız zaman elle tutular hale gelir – bu yetersizlik 2005 İngiltere seçimleri gibi anormal fenomenlerle görünür: Tony Blair’in popülerliğinin gitgide düşmesine rağmen (İngiltere’de ikide bir en popüler olmayan kişi seçiliyordu), Blair’e bu rıza göstermeyişin politik açıdan etkili bir ifade bulması imkansızdı. Burada çok açıkça yanlış olan bir şeyler vardı; insanların “ne istediklerini bilmemesi” sözkonusu değildi, sinik bir teslimiyet onların bu konuda eyleme geçmelerini önledi, bu yüzden de sonuçta insanların düşündükleri şeyle eylemleri (oyları) arasındaki o tuhaf uçurum ortaya çıktı. Platon da, demokrasiyi eleştirirken, bu ikinci yozlaşmanın fazlasıyla farkındaydı; ve bu eleştiri Jakobenlerin Erdeme ayrıcalık vermesinde de açıkça görülebilir: özel çıkarların temsili ve bu çıkarların çokluğu arasındaki uzlaşma anlamındaki demokraside, Erdeme yer yoktur.

 

 

 

demokratik seçimleri küçümsemenin bir manası yok; burada söylenen sadece onların kendiliğinden Doğruluk belirtisi olmadığıdır – kural olarak, hegemon ideoloji tarafından belirlenen hakim doksa’yı yansıtma eğiliminde olurlar. kesinlikle sorunsal olmayan bir örneği ele alalım: Fransa, 1940. Fransız Komünist Partisi’nin ikinci adamı olan Jacques Duclos bile, özel bir görüşmesinde, o dönemde Fransa’da serbest seçim yapılmış olsa, Mareşal Petain’in oyların %90’ını alabileceğini söylemişti. De Gaulle, tarihsel bir eylemle, Almanlara kapitülasyon vermeyi reddedip direnmeyi sürdürürken, gerçek Fransa adına (sadece “Fransızların çoğunluğu” adına değil, tam olarak gerçek Fransa adına) konuşanın Vichy yönetimi değil, sadece kendisi olduğunu öne sürerken, söylediği şey “demokratik açıdan” hem yasallıktan yoksun, hem de Fransız halkının büyük kısmının görüşüne açıkça ters düşmüş olsa da aslında doğruydu... Bir Doğruluk olayını cisimlendiren demokratik seçimler de olabilir – kuşkucu-sinik atalete rağmen, çoğunluğun bir anda “uyandığı” ve hegemon ideolojik görüşe karşı oy verdiği bir seçim olabilir; fakat, bu tür şaşırtıcı seçim sonuçlarının sıra dışı statüsü, seçimlerin bu haliyle Doğrunun bir medyumu olmadığını kanıtlar.  

 

 

 

Fakat gücünü (Başkan Bush diliyle söylersek) yanlışsamamamız gereken bir karşı savda vardır. Kapalı kapılar arkasında olup bitenlerle ilgili bütün o gizli gerçeğin, bütün o kirli kişisel ayrıntıların vb. bizi özgürleştireceğini söyleyen öncül, yanlıştır. Gerçek özgürleştirir, ama BU gerçek değil. Elbette resmi devlet belgelerinin vitrinine güvenemeyiz – ama gerçek bu kirli kişisel ayrıntılar ya da resmi vitrin arkasındaki değerlendirmeler değildir.

 

 

 

Terbiye, görgü, gerçeği altındaki gizli pis ayrıntılar olan bir ikiyüzlülük değildir. Edgar Doctorow bir keresinde elimizde sadece terbiyenin var olduğunu, o yüzden ona büyük özen göstermemiz gerektiğini söylüyordu – sık sık, terbiyeyi bozduğu için, insan terbiyenin arkasındaki şeyi mahveder. Günümüzde sık sık mahremiyetin kaybolduğunu, en mahrem sırların bile medya haberlerinden polis kontrolüne ve kamuoyuna yapılan açıklamalara dek her yerde halk tarafından gözlendiğini duyuyoruz. Fakat bizim gerçekliğimiz bunun tam tersidir: aslında kaybolan şey tam olarak kamusal alan, bütün saygınlığıyla birlikte o kayboluyor. Hegel’in Napoleon’a verdiği, haklı olarak ünlenen yanıtı biliyoruz: “Kimse uşağı için bir kahraman değildir”: “kişi bir kahraman olmadığı için olmaz bu, uşak uşak olduğu için olur, çünkü uşak onunla kahraman olarak değil, yiyen, içen ve giyinen biri olarak temas eder” – kısacası, uşağın bakışı kahramanın yaptıklarının gerçek kamusal boyutunu algılayamamaktadır. Belli bir politik lider istediği kadar çok küçük çıkar oyunları, özel böbürlenmeler yapsın, bunların onun eylemlerinin tarihsel önemi yanında hiçbir anlamı yoktur.

 

 

 

Televizyon adlı çalışmasının başında, Jacques Lacan şöyle diyor: “Ben hep doğruyu söylerim. Ama bütün doğruyu değil, çünkü hepsini söylemenin imkanı yok. Hepsini söylemek madden olanaksızdır: sözcükler yetmez.”  Günlük hayatımızda hepsini-söylemenin uygun bir şey olmadığı örnekler sıkça görülür. Truffaut’nun ilk filmlerinden birinde, Delphine Seyrig genç sevgilisine kibarlıkla nezaket arasındaki farkı şöyle açıklar: “Varsay ki bilmeden girdiğin bir banyoda bir kadın duşun altında çırılçıplak duruyor. Kibarlık kapıyı hemen kapatırken ‘Affedersiniz, hanımefendi!’ demektir, oysa nezaket kapıyı hemen kapatırken ‘Affederseniz, beyefendi!’ demeyi gerektirir.” İlk durumda, kibarlık kuralları karşılanır, kişi bilmeden başkasının mahremiyetini bozduğu için özür diler; ama ancak ikinci örnekte görmemiş gibi yaparak, içeri girmesinin tam bir anlıkmış, duştaki kişinin cinsiyetini bile fark edememiş gibi yaparak gerçek bir nezaket sergilenir ve kadın karşısındakinin yalan söylediğini çok iyi bilse bile, karşılıklı yalan işe yarar.

 

 

Politikada nezaketin, söylememe sanatının çok iyi bir örneği, Portekiz Komünist Partisi lideri Alvaro Cunhal ile ülkeyi 1974 yılında eski Salazar yönetimine karşı yapılan darbeden sonra de facto yöneten ordunun demokrasi yanlısı bir üyesi olan Melo Antunes arasındaki gizli toplantıydı. Durum aşırı gergindi: bir yanda Komünist Parti ve radikal görevlileri vardı, gerçek sosyalist devrimi başlatmaya, fabrikaları ve ülkeyi devralmaya hazırdılar, dört bir yanda halka silah dağıtılmıştı vb.; diğer yanda devrimi ellerinden gelen her şeyi, askeri müdahale bile yaparak durdurmaya hazır olan muhafazakarlar ve liberaller vardı. Gizli toplantıda, ikisi de çok saygıdeğer entelektüeller olan Antunes ve Cunhal hiç dile getirmeden bir anlaşmaya vardılar: herhangi bir anlaşma falan yoktu, açık açık SADECE anlaşmazlık gösterdiler, fakat toplantıdan ayrıldıklarında Komünistlerin devrimi başlatmayacağını, “normal” demokratik devletin kendisini tam olarak göstermesine izin vereceğini ve Sosyalist karşıtı ordunun da Komünist Parti’yi yasaklamayıp onu Portekiz demokratik sürecinin temel bir parçası olarak kabul edeceğini anlamışlardı. Portekiz’i kurtaran şeyin, onun kanlı bir iç savaşın eşiğinden dönmesine engel olan şeyin bu gizli toplantı olduğu öne sürülebilir. Ve gizlilik mantığı, toplantıya katılan iki kişinin toplantıyı nasıl ele aldıkları konusunda da devam eder. Birisi (benim bir gazeteci arkadaşım) bu toplantıyı sorduğu zaman, Cunhal toplantıyı ancak Antunes reddetmediği zaman onaylayacağını söyledi – eğer Antunes reddederse, o zaman olay hiç olmamıştı. Arkadaşım Antunes’e gidip de sorunca, Antunes toplantıyı doğrulamadı, ama arkadaşımdan sessizce Cunhal’ın söylediklerini dinledi – böylece, reddetmeyecek, Cunhal’ın koşulunu karşıladı ve örtük bir şekilde onaylamış oldu. Soldaki beyefendiler politikada işte böyle davranır.

 

 

 

Bugün olayları yeniden kurabildiğimiz kadarıyla, Küba füze krizinin mutlu sonucunu doğuran şeylerden biri de, kibarlık ritüellerinin bilgisizmiş gibi yapmasıydı. Kennedy’nin Küba füze krizini çözmek için can alacı önemde taşıyan dahiyane hamlesi, önemli bir mektup hedefine ULAŞMAMIŞ gibi yapması, sanki bu mektup hiç var olmamış gibi davranmasıydı – elbette, sadece gönderen (Hruşçov) da buna katıldığı için işe yarayan bir stratejiydi bu. 26 Ekim 1962 günü, Hruşçov’dan Kennedy’ye giden bir mektup daha önce aracılar yoluyla yapılan teklifi doğruluyor: füzeler eğer ABD Küba’yı işgal etmeme güvencesi yayınlarsa kaldırılacaktır. Ertesi gün, ABD’den yanıt gelmeden önce, Hruşçov’dan daha sert, daha talepkar, daha çok koşul getiren bir mektup gelir. Aynı gün öğleden sonra 8:05’te, Kennedy Hruşçov’a bir yanıt gönderir, ona 26 Ekim tarihli teklifini kabul ettiğini bildirir, yani sanki 27 Ekim mektubu hiç var olmamış gibi davranır. 28 Ekim’de, Kennedy Hruşçov’dan anlaşmayı kabul ettiğini belirten bir mektup alır... Buradaki ders bu tür kriz anlarında, her şeyin kaderinin havada asılı durduğu anlarda, terbiyeli davranmak, kibarlık, “bir oyun oynandığının” farkında olmak, her zamankinden daha önemlidir. Aynı şekilde, iki ülkenin toprak tartışmasına girdiğini, kalabalıkların “yurtsever” heyecan içinde olduğunu düşünelim, yani iki taraf da korkusuz bir saldırganlık göstermeye mecbur; fakat, eğer, iki hükümet savaş yapılmaması konusunda gizli bir anlaşma yapmışsa, bu türden gizli bir diplomasiye kim karşı çıkabilir? Tek sorun şudur: bir taraf yönlendirme amaçlı, gerçekten kastetmeden açık tehditler yapmaya başlayınca, kötü bir duruma düşmemek için, karşı taraf bunlara var gücüyle yanıt vermek zorunda kalabilir.

 

 

 

Fakat bu da öykünün tek – yanıltıcı – yönüdür. Tartışmayı söylenenle söylenmeyen arasındaki ilişkinin, her şeyi söylememe ihtiyacının bu kadar soyut terimleriyle dile getirmemek önemlidir: insanın risk alıp terbiyenin çözülmesini kışkırtması gereken anlar, hegemon söylemin kriz anları vardır. 1843’te, genç Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı”da, 1830 ve 40’ların Alman ancien regime’inin çürümesini, Fransız ancien regime’inin trajik düşüşünün gülünçlü tekrarı olarak teşhis ederken böyle bir anı eşsiz bir şekilde anlatıyordu: bu rejim “kendi haklılığına inandığı ve inanmak zorunda olduğu sürece” trajikti. Fakat, şimdi, rejim “sadece kendisine inandığını hayal ediyor ve dünyanın da aynı şeyi hayal etmesini istiyor. Eğer kendi özüne inanmış olsaydı, .. ikiyüzlülük ve lafazanlıkta (sofizmde) sığınma arar mıydı? Modern ancien regime biraz da gerçek kahramanları ölmüş olan bir dünya düzeninin komedyenine benziyor.”  Böyle bir durumda, iktidardakileri ayıplamak bir silah haline gelir – ya da Marx’ın dediği gibi: “Asıl baskı buna baskının bilincini ekleyerek daha da ezici hale getirilmelidir, ayıp alenileştirilerek daha da ayıp kılınmalıdır.”

 

 

 

İşte bu, tam da bugün yaşadığımız şeydir: temsilcileri demokrasi, insan hakları vb. ideallerine inandıklarını sadece hayal eden mevcut küresel düzenin arsız sinikliğiyle karşı karşıyayız ve Wikileaks ifşaları gibi hamleler aracılığıyla, ayıp (tepemizde böyle bir iktidarı hoşgördüğümüz için bizim üzerimizdeki ayıp) alenileştirilmesi sayesinde daha ayıp olmaktadır. ABD seküler demokrasi getirmek üzere ABD’ye müdahale ettiği ve sonuç dinsel köktencilerin güçlenmesi ve İran’ın rolünün daha da güçlenmesi olduğu zaman, bu samimi bir temsilcinin trajik bir hatası değil, sinik bir düzenbazın kendi düzenine yakalanmasıdır sadece.

 

 

 

 

Slavoj Žižek’in London Review of Books dergisinde Good Manners in the Age of WikiLeaks adıyla yayımlanan yazısının, Žižek’in kendisinden alınan Wikileaks, Or, When It Is Our Duty To Disturb The Appearances adlı versiyonundan çeviren: Sabri Gürses

 

 


Kaynak: Çeviribilim

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.