Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Balık diye bir şey yok sadece boğulmak var”



Toplam oy: 499
Bora Abdo, kendine özgü deneysel diliyle karanlık, kasvetli, absürd bir atmosfer kurmuş Balık Boğulması’nda.

Bora Abdo’nun 2014 yılında yayımlanan ve Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülen Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü, “Beni Unutma Dörtlemesi”nin ilk kitabıydı; dörtlemenin yakın bir zaman önce yayımlanan ikinci kitabı Balık Boğulması’nda da, “tenhada ölenler”i anlatıyor Bora Abdo. 


Bilecik Vapur İskelesi’ne tam cepheden bakan ama onu görmeyen üç katlı hastanenin son katında, Müşfik’in odasındayız. Müşfik intihara teşebbüs etmiş. Aynı odada cebinde üç ölü balıkla bir kadın cesedi bulunuyor. Hemşire son zamanlarda suda boğularak ölenlerin sayısının arttığını söylese de bunun bir cinayet olduğu hemen anlaşılıyor ve ellerini bir kazada kaybeden polis memurunun yürüttüğü soruşturma başlıyor. Behice’yi kim öldürdü?

 

Kendisi doğmadan önce ölen ağabeyinin adını alan ve mahzene kapatılmış kaçık dedesiyle de aynı adı taşıyan Müşfik, şehir hatları iskelesinde çımacılık yaparken çarkçıbaşı tarafından işten atılmış. Bir yandan polis sorgularıyla bir yandan da yüksek ateş sebebiyle sürekli sayıklayan Müşfik’in anlattıklarıyla aktarılan hikayede birer birer tanıdığımız karakterlerin ortak özelliği hatırlamaktan yorulmuş ve yaşamaktan bıkmış olmaları. “Bir başkasının hayatı giydirilmişti üzerime, kendi hayatımı yaşayamadım o yüzden,” diyen ve intiharı bile beceremeyen Müşfik, oğlunun ölümünü bir kurtuluş gibi gören ve ölmek için oğlunun ölümünü bekleyen Müşfik’in babası, cinayeti çözmek için en ufak bir istek duymayan ve aslında ellerini arayan polis memuru, oğlunu kendine verilen bir ceza gibi gören ve eski kocasından intikam almak için yanıp tutuşan Müşfik’in annesi, aklını oynatmış kocasını bir mahzene kapatan histerik anneanne, Behice’nin babası, hemşire, hastabakıcı, garson… Hemen hepsi karanlık, kendilerine biçilen hayatı sevmeyen ve istemeyen, sevilmeyen, varlığı yokluğu bir karakterler.

 

 

 

“Müşfik, oğlum, iki gözüm, onlar bizi bu dünyanın bu şehrinde bir deniz olduğuna ve içinde balıkların yüzdüğüne inandırmaya çalıştılar, bense sana aslında bu dünyanın bomboş bir leğen, bomboş bir kova olduğunu ve ne kadar da iyi baksan, hatta başını bu leğenin içine soksan dahi yine de hiçbir balığı göremeyeceğini anlatmaya çalıştım… Balık diye bize yutturmaya çalıştıkları her şey bir boğulmaydı, balık diye bir şey yok sadece boğulmak var…”

 

Bora Abdo, kendine özgü deneysel diliyle karanlık, kasvetli, absürd bir atmosfer kurmuş Balık Boğulması’nda. Sanırım roman türünde yazılmış olması sebebiyle dörtlemenin ilk kitabı kadar dağınık, iç içe ve karmaşık değil; daha ritmik bir metin. Ama gelgitli, metaforik ve kolay kolay sindirilemeyecek üslubu bu kitapta da sürdürüyor Abdo. Bilecik’e denizi getirerek ikame hayatlar için ikame bir şehir kurmuş yazar; balık toplayıcılar, evin arka bahçesinde duran hurdaya çıkmış Beşiktaş adlı vapur, odunlukta biriktirilen ve pis kokusu sayfalardan buram buram sızan ölü balıklar… Aslında bir “yokyer” diyebileceğimiz şehirde, yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi, Ada’nın izlerini sezebiliyoruz. Bir yandan da roman mekanının belli bir şehir olarak adlandırılması, romandaki imkansızlık duygusunu güçlendiriyor. Bilecik’te deniz olması ne kadar mümkünse, iyi ve mutlu bir hayat da o kadar mümkün.

 

Behice cebinde neden üç tane ölü balık taşıyordu, biliyoruz, Behice’yi kim öldürdü, biliyoruz. Peki Çağanoz kim? Günün birinde karşılaşacak mıyız Çağanoz’la, yoksa bir metafor mu yalnızca, şimdilik sadece yazar biliyor, bize dörtlemenin diğer kitaplarını beklemek düşüyor.

 

 


 

 

Görsel: Ömer Faruk Yaman

 


 

 

Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü kitabı ile ilgili yazı için tıklayınız.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.