Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Anahtarı başkasındaysa, oda sana ait mi olur, yoksa senin sahibin mi olur?



Toplam oy: 1073
Emma Donoghue
Doğan Kitap

Emma Donoghue, gerçek bir olaydan esinlendiği Oda adlı romanında yanıtlar arıyor.

 

Avusturyalı adamı hatırlıyor musunuz? Birkaç yıl önceydi. Hani kendi kızını bir odaya hapsedip yıllarca tecavüz eden, ondan çocukları olan canavarı? İğrenç bir zekânın ürünü olan, o dışarıya karşı tamamen mühürlenmiş odayı? Televizyon kameraları odanın her köşesini göstermişti olay ortaya çıktıktan sonra. Dağınık yataklar, yatakların içinde insan izleri, pislik, küflü duvarlar, duvarlarda çocukların el izleri, yiyecek artıkları, çöpler, güneşsizlik. Sağ kurtulmayı başaran kurbanları görmesek de, oda her şeyi anlatıyordu. Tutsaklık ve tecavüz mekânı. Olay yeri. Etrafı sarı bantla çevrili. Girilmez.

 

Zaten girmek istemiyorduk ki. Oda televizyonun içindeydi ve bizim hayatımızdan uzaktı. 

 

Emma Donoghue, Oda adlı romanında işte o odanın içine sokuyor okuru. Orada da durmuyor, o odada doğmuş, şimdi 5 yaşında olan Jack’in beynine sokuyor ve bize odayı Jack’in gözlerinden ve onun sesinden anlatıyor.

 

Elimizdeki kitap, sırtını bir sansasyonel üçüncü sayfa haberine dayamış, ucuz ün peşinde koşan bir çoksatan namzeti olarak yazılmamış. Ancak, kitaplar, yazarların elinden çıktıktan sonra kendi hayatlarını yaşarlar. Yazarın ilham kaynağı olan olayın meraklıları, Emma Donoghue edebiyatının takipçilerine baskın çıkınca; 2010 Man Booker Prize kısalisteye alınsa da, yarattığı aşırı ilginin kurbanı olmuş ve büyük ödüle ulaşamamış. 

 

Emma Donoghue, aslında gerçek olaylara dayanan romanlar yazmayı, ilhamını tarihi gerçeklere dayandırmayı seviyor ve bunu da çok iyi başarıyor. Bugüne kadar yazdığı 7 roman, çeşitli edebiyat ödülleri kazanmış.

 

Biz Oda’ya geri dönelim. Jack ve annesi bizi bekliyor. 

 

5 yaşındaki anlatıcı Jack’in yarattığı mitoloji 

 

Kağıttan yaptıkları cetvelle ölçtüler. 11 adıma 11 adımlık bir dünya burası.  Oda, hiçbir şeyin içinde değil ama İçerisi. Anne ve Jack’in dışında Yatak, Gardırop, Halı, TepePencere, Raf, SallananKoltuk, Lamba, Ocak, Lavabo, Bitki ve Televizyon var. Jack için Oda’daki her şey gerçek ve baş harfleri büyük yazılıyor. Televizyon ve TepePencere’den gördükleri Dışarısı. Dışarısı, ama gerçek değil. Anne’nin anlattığı hikayeler, şarkılardaki çocuklar, kitaplardaki masal kahramanları, Televizyon’daki çizgi filmler Jack’in dünyasında yaşıyorlar ama gerçek değiller. Masa’nın altındaki Örümcek gerçek. Anne onu öldürmemeli. Örümcek Jack’in arkadaşı.

 

Yemek yeme, yıkanma, beden eğitimi, oyun, televizyon izleme ve uyuma hiç değişmeyen bir sırayla her gün tekrarlanıyor. Jack seviyor bu sırayı, kendini güvende hissediyor.

 

Günlük rutinin bir parçası daha var. Jack’in Gardırop’ta uyumasını mecbur kılan. Geceleri gelen Yaşlı Nick. Yaşlı Nick, Anne ile Yatak’ta uyuyor ama önce Yatak’ı gıcırdatıyor. Jack uyumadan önce gıcırtıları sayıyor. 217 gıcırtı. Sonra da dişlerini sayıyor. Defalarca. İlerde, Oda’nın dışına çıkınca, ne zaman korksa ve annesinden ayrılsa yine dişlerini sayacak Jack. 20 tane olması lazım.

 

Kitabın ilk bölümü Jack ve Anne arasındaki özel mitolojiyi; aralarında geliştirdikleri özel dil ile, 5 yaşındaki bir çocuğun kafa sesiyle yazılmış diyaloglar üzerinden anlatıyor. Kullandığı benzersiz anlatıcı ses, yazarın keskin kalemşörlüğüne hayran bırakıyor. Amerikan şarkılarına, çocuk kitaplarına ve çizgi film kahramanlarına pek çok göndermeyle örülü bu bölüm, Türk okuruna yabancı imgelerle dolu. Çevirinin de bu noktada zorlandığını, Türkçe cümlelerin orijinalleriyle tam olarak örtüşmediğini, arada çeviri kokulu çatlaklar olduğunu gözlemliyorum üzüntüyle. 

 

“Ölmek” adlı bölüm aslında bir yeniden doğum metaforu

 

Kitabın bence en çarpıcı metaforu ise, lisan bariyerine çarpmayacak kadar tanıdık. Jack Oda’da doğuyor ama aslında ana rahminden hiç çıkmıyor. Jack, Dışarısı’na çıkarken, içine saklandığı Halı’nın kıvrımlarından zorlanarak ıkınarak kurtulduğu an yeniden doğuyor ve ilk kez Anne’den ayrılıyor. Ana oğulun kurguladığı, Büyük Firar adını verdikleri kaçış planı kitabın ritmini hızlandırıyor. Bu bölümde Anne’nin hikayesi ve içinde bulunduğu durumun yürek bükücü trajedisi, Jack’in filtresinden geçmeden satırlara sızıyor.

 

Sorularla dolu bir roman

 

Jack, bir idiot savant değil. Aslında pek çok açıdan normal, hayal gücü çok geniş bir çocuk. Jack, farkında olmadan, anlattığından daha fazlasını biliyor ve okur da, anlatılandan daha fazlasını hissediyor. Kafa sesi yer yer, Faulkner’ın Ses ve Öfke’sindeki Benjy gibi çınlıyor. Olayların akışı ve zaman kavramı birbirine karışmış ama zaman zaman hedefi onikiden vuran, gücü naiflikten gelen tespitler, büyüklerin aklına gelmeyen felsefi sorular:

 

“Bugün beş oldum. Ben hiç eksi sayılar oldum mu?”

 

“Uyuduğumuz zaman nerede oluyoruz? Ama rüyalar? Onlar Televizyon mu? Rüya görmek için Televizyon’a mı giriyoruz?”

 

“Dünyayı gördüm ve şimdi çok yorgunum.”

 

Didaktik ton fazla kaçmış

 

Emma Donoghue, romanın anne oğulun kurtuluş sonrası hayatını anlattığı ikinci yarısında, kitabın meselesini ortaya koyan sorular soruyor. Bence didaktik olmanın dozunu biraz da kaçırıyor.  Gereksiz bir belgesel tonu eklemeye kalkışıyor bu bölüme. Anne’ye kendini savundurtuyor. 

 

Acaba amacı ilk bölümde okurun üstüne çöken havasız Oda atmosferini biraz dağıtmak ve okuru gerçek dünyaya döndürmek mi? 

 

Olmuyor. 

 

“Anne ya da baba olmadıkları zaman yetişkinlere ne deniyor?

 

diyen Jack’in şaşırtıcı soruları, içgörü dolu Dışarısı gözlemleri yanında, klişe ve tekrarlana tekrarlana etkisini yitirmiş sorgulamalar bunlar. Yüzümüze tokat gibi çarpmıyor. Doğru annelik nasıl olmalıdır? Taciz kurbanı suçlanabilir mi? Televizyon ve basın, haber adına özel hayata ne kadar karışabilir? 

 

O halde bir soru da ben sorayım: Romanını bir televizyon haberinden filizlendiren bir yazar, televizyon haberciliğini, kendi kurduğu ironi tuzağına düşmeden ne kadar eleştirebilir?

 

Üstelik, Jack’in, roman boyunca peşinde koştuğu, “gerçek nedir” sorusunun cevabını, kendini televizyonda gördüğünde bulması ve iki dünyanın sonunda birleşmesi kadar güçlü ve kusursuz bir roman çemberi yaratmayı başarmışken? Jack ne derdi bu duruma acaba?

 

“Her çeşit insanlar hepsi gerçek olarak Dışarısı’nda varlar. Ben ve Anne orada olmayan bir tek biziz. Biz gene de gerçek miyiz? Televizyon’da gördüklerimiz gerçek şeylerin resimleridir. Bu şimdiye kadar duyduğum en şaşırtıcı şey.”

 

Kahraman Jack diyor ki “Ben bir bonzai’yim.”

 

Jack, yazarın toplumsal meselelere çok fazla girip hikayeden uzaklaşmasına izin vermiyor. Aferin ona. Gerçek ve hayal arasındaki farkı anlayan Jack’in, tamamen iyileşmeden önce çözmesi gereken bir sorunu daha var. Dışarısı’nda da İçerisi kadar rahat ve güvende hissetmek.   Dışarısı’nda başına gelen en kötü şeylerin güneş yanığı ve arı sokması olduğunu okuduğumuzda biliyoruz ki Jack iyi olacak. Artık annesinden süt emmiyor ve kendine ait bir odası var. Kapısında Jack’in Odası yazıyor. Tek derdi Anne’yle. “Ben seninle birlikteyken de düşünebiliyorum. Neden sen benimle birlikteyken düşünemiyorsun?

 

Oda, bir yaşama tutunuş öyküsü, bir kadınlık romanı, bir anne çocuk sevgisi kutlaması, bir taciz lanetlemesi olarak okunabilir. Bence sadece Jack ile tanışmak, onun sesini duymak için okunmalı. Hatta eğer cesaretiniz varsa, Jack’in sorularına yanıtlar aramalısınız.

 

Belki kapı açıksa artık Oda değildir.


 Biz içinde değilken Oda hâlâ var mı?


 Oda’da değilim. Ben hâlâ ben miyim?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.