Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Anlatma arzusu



Toplam oy: 994
Küçük Paris Fena Öksürüyor, insana geri gitmeyi arzulatıyor; büyüdüğü sokaklara dönüp anıların tozlarını öksürerek dağıtmayı...

İnsan yaşadığı yere benzer derler, doğrudur. Doğup büyüdüğünüz yerde öldüğünüzde, sizinle beraber kocaman bir semt de doğup, büyüyüp yaşlanır sanki. Semt sizden önce de vardır, sonra da olacaktır elbette ama bu gerçek sizin gördüklerinizin, yaşadıklarınızın ve anlamlandırdıklarınızın biricikliğini değiştirmez. Büyüdüğünüz yeri unutmanız pek mümkün değildir. Geçmişinizden hoşnut olmasanız bile özleyecek bir şey mutlaka bulursunuz kendinize. Yaşadığınız müddetçe, eğer dilerseniz, hatırlama biçiminizi değiştirebilirsiniz çünkü.

 

Samatya’da şöyle bir dolaştıysanız Küçük Paris Meyhanesi/Pubı gözünüze çarpmıştır mutlaka. Sedat Demir’in yazdığı ve kendi yayınevi Dedalus tarafından basılan öykü kitabı Küçük Paris Fena Öksürüyor sizi kurulduğu yere benzeyen o meyhaneye götürüyor işte. Kitabın kapağını açıp Demir’in otobiyografisini okuyunca “bizim oralardan bir ağabey” daha bulduğunuzu anlıyorsunuz ve öykülerin içinde dolaşmaya bir mahalleyi dinleyeceğinizi bilerek başlıyorsunuz. Kendisini değil de kendisini bildi bileli gördüklerini ve dinlediklerini anlatmaya niyetli Sedat Demir. 

 

Kitabın kapağını açıp Demir’in otobiyografisini okuyunca “bizim oralardan bir ağabey” daha bulduğunuzu anlıyorsunuz ve öykülerin içinde dolaşmaya bir mahalleyi dinleyeceğinizi bilerek başlıyorsunuz.

 

 

 

Kitabın birbirine bağlanan öykülerinin içerisinden her daim kumrular ve bir triportör çıkıyor karşınıza. Yazarın anlatım diliyle bir anda büyülü bir mahalle masalının içerisine girecekmiş gibi hissederken kendinizi birdenbire yazarın gözünün önünde canlanan hayaletlerle tanışırken buluyorsunuz. “Hayır, hiçbir şey o kadar da romantik değil,” diyor adeta Sedat Demir, “ben sadece anlatmak istiyorum, bunun bir edebiyata dönüşmesiyse sadece bir ihtimal.” Çünkü insan bazen aklında birikenlerle yaşamayı sürdüremez olur, kendini farkına bile varmadan yazıverirken bulur. Sonra bir anda mahalleden birkaç kişi çıkıveriyor karşınıza; hesap sorarcasına... Birbirlerine dair her şeyi bilen ve konuşmadan anlaşabilen insanların naifliğini istiyorlar sizden. 

 

Sedat Demir’in öykülerinin ayrı ayrı isimleri de yok. Aklının içerisinde dolanan kahramanların birbirlerine değe dokuna, kaça saklana yaşadıklarını anlatırken bazı başlıkları var yalnızca; okur nerede kaldığını unutmasın diye belki de sadece. Sedat Demir okuduklarını, dinlediklerini ve seyrettiklerini de katıyor anlatısının içerisine ama hepsinin karşısında çocukluğunu koyuyor. Hastalıklı bir kendini anlatma hevesinden ziyade, bir oyun kuruyor adeta öykülerinin örgüsüyle. “Size bizim mahalleyi yazıyla, müzikle, filmlerle anlatabilirim,” diyor sanki. Toplumsal olandan değil kendi içerisinde kurduğu bir mana havuzundan bulup çıkarıyor hikayelerini o. 

 

Küçük Paris Fena Öksürüyor için öykü, roman ya da novella demek zor. Bir anlatma arzusunun neticesi o. İnsana geri gitmeyi arzulatıyor, büyüdüğü sokaklara dönüp anıların tozlarını öksürerek dağıtmayı salık veriyor.

 

 

 


 

 

* Görsel: Emre Karacan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.