Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

annelikten kurtulmak mümkün mü?



Toplam oy: 1399
Elisabeth Badinter
İletişim Yayınevi

kadınlık mı annelik mi’yi kaleme almış olan fransız feminist elisabeth badinter birçok kitabın yazarı, annelik meselesini daha önce de ele almış. büyük bir reklam şirketinin –babasından miras kalan- ortaklığına sahip, ülkesinin en zengin kadınlarından biri, güzel, yaşından genç gösteriyor, üç çocuğunun babası adalet bakanlığı da yapmış ünlü bir avukat. çağımızda kadınların istemesi uygun görülen her şeye sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

kitabını okuduktan kısa bir süre sonra onunla sohbet etme ve aklıma takılanları sorma imkânı buldum. 

 

kadınlık mı annelik mi cesur bir deneme, ancak evrensel bir gerçeklik üzerine kurulu olduğunu söylemek mümkün değil. afrika’da ya da şam’ın yoksul mahallelerinden birinde veya manchester’ın emekçi banliyölerinde anne olduysanız bu kitap sizi anlatmıyor. öte yandan badinter fransız kadınların şu anda avrupa’nın en yüksek doğurganlık oranına sahip olmasını, annelikle ilgili deneyim ve geleneklerine bağlıyor ve bunları neredeyse eleştirmeden bir öneri haline getiriyor. çocukların süt anneye teslim edildiği ve kadınlığın annelikten önce geldiği bir gelenek bu. “kadınlık ne” derseniz, ben aşkın nesnesi olmak derim.

 

“her nesil annesiyle bir hesaplaşma yaşar”

 

badinter “30 yıl öncesine göre daha az çocuk yapıyoruz. çocuk nadir ve değerli bir obje haline geldi. psikanaliz onun saygı duyulması, üzerine titrenilmesi gereken bir birey olduğunu öğretti. çocuklar baş yapıtımız olarak görülmeye başlandı” diyor ve eskiden beş çocuğa verilen bakımın, bugün iki çocuğa sunulduğunu hatırlatıp bir de şunları ekliyor: “70’lerde başlattığımız kadın hareketi erkeği çocuğun bakımına dahil etmeyi öngörüyordu ama kırıldı. üstelik de ardında anneleri feminist olan bir kuşak bıraktı. her nesil annesiyle bir hesaplaşma yaşar. bu kızlar ‘biz sizin gibi yapmayacağız, çocuklarımızla daha fazla zaman geçireceğiz’ diyordu. ekonomik kriz abd’de ve avrupa’da etkili oldu. genç kadınlar iki vardiyalı çalışma, bol stres ve erkeklerden az maaş karşısında acaba evde kalıp çocuğumu bir başyapıt olarak yetiştirmem kendimi gerçekleştirmem açısından daha mı iyi olur diye düşünmeye başladı.” kendilerini ücretli iş sahibi eden ama erkekleri bulaşığa ikna etmeyen devrimin sovyet kadınlarına da benzer şeyler hissettirdiğini hatırlıyorum.

 

badinter’ın kendi kızı bir feminist. üç çocuğu nasıl büyüttüğünü sordum. “şanslıydım, iyi bir yardımcım vardı, öğretmendim, çalışma programımı ayarlayabiliyordum” dedi ve şunu söyledi: “fakat yıllar sonra çocuklarımın ‘aman annem de ne zaman gelsek evdeydi’ diye şikayet ettiklerini gördüm.” 

 

badinter’ın ekoloji eleştirisinden yola çıkıp söylediklerini ise hem önemli hem tartışmalı buldum. son yılların ürünü olan “biyolojik saat” “hormonların çağrısı” vb’nin geyik olduğunun farkındayım ama badinter, emzirmenin bebeği beslemenin en iyi yöntemi olduğuna ilişkin “bilimsel” gerçeklerin de ideolojik ortamın ürünü olduğu fikrinde. bilimin ideolojiden azade olmadığı konusunda onunla hemfikir olsam da “emzirmek bağışıklığı güçlendiriyormuş” dedim, provokatif bir cevap verdi: “anneninkini mi?” “ama anne sütü bedava” dedim “oradan tasarruf edeceğine ücretli bir işte çalış” dedi. doğru ama çocuklara sadece kadınlar bakmasa, bebeğin yanında geçirdikleri süre emzirmeyle sınırlı olsa ve bu dönem hayatlarını bu kadar etkilemese? biraz da babalık yapılsa…

 

aklımda bu düşüncelerle, “erkekleri de işin içine katacak, dünyayı kadınlar açısından kökten değiştirecek devrimci bir dönüşüm mümkün olmaz mı?” diye sordum. “şu an zamanı değil, şimdilik bu krizi atlatalım” dedi. yani dönemsel bir strateji… e, bir düşünelim o zaman.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.