Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Asker, polis, savcı ve gazetecinin dansı



Toplam oy: 1299
Mehmet Murat Somer
Sel Yayıncılık
19. yüzyılın ikinci yarısında suçun vahşetinden pek de fazla etkilenmeyen, süper güçleri akıl ve mantık olan buz gibi bir yazar sesi, bir dedektif kahraman yaratılmıştı.

Sefa içinde, tok karnına, hafif kaykılarak yapılan bir eylem olmasına karşın, sanki kitap okumak zor, kaş çattıran, yorgun düşüren ciddi bir iş olmalıymış gibi, bir kitabı çabucak ve eğlenerek okursam eğer, kontrol edemediğim bir edebi sorgulama başlar. Hafızama attığım diğer kitaplarla karşılaştırmayı, tür teşhisleri takip eder. Kitabın edebiyat atlasında kapladığı yer, yaşadığım eğlentiyi haklı çıkarmalıdır. Kitap, -tercihen alt metinleriyle- kendinden daha büyük, meşru bir edebi kanona ait olmalıdır. Boşuna eğlenmiş olamam. Bu ne kendini beğenmişlik böyle.

 

 


Mehmet Murat Somer’i ilk defa Hop Çiki Yaya dedektif serisi ile okudum. Ziyadesiyle eğlenmenin yarattığı suçluluk duygusu geçsin diye, kafamda yarattığım edebi meşrulaştırma çabası şöyleydi:  Dedektif romanları, 19. yüzyılın ikinci yarısının Viktoryen toplumsal, politik ve etik değerleri sonucu doğmuştu. Statüsünü korumak isteyen elit ve varlıklı kesimin içini rahatlatıp onlara güven verir; sokaklardaki yoksulluk, pislik ve dejenerasyonu sanki kurmaca bir suç mahalli gibi betimlerdi. Bu evlerden ırak, suçlu sokaklarda yaşayan, çalışan kadınların sonunda kurban olmaları doğaldı. Hayatın mükemmel cilasına olan tapınmayla, sokak gerçeklerinin yaratığı hayal kırıklığı arasında kalan dedektif romanları, suçu toplumsal bir normalleştirici gibi görüyordu. Etik üzerinden yapılan adalet tanımlarında, suçun vahşetinden pek de fazla etkilenmeyen, süper güçleri akıl ve mantık olan buz gibi bir yazar sesi, bir dedektif kahraman yaratılmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

Somer, işte bu türe hem selam gönderiyor hem meydan okuyordu. İstanbul’un tenha sokakları leş kokulu Viktoryen Londra’yı andırıyor, kurban olmayı ‘hak eden’ kesimi bu kez travestiler olarak gösteren etik anlayış sorgulanıyordu.  Pürüzlerini törpüleyip toplumu normalleştirmeyi savunmak yerine hem güçlü hem akıllı, hem sosyal hem yabani, hem şakası yok hem mizah duygusu var, hem kadın hem erkek bir kahraman yaratıyordu. İlk travesti dedektif. O çok meraklısı olduğum alt metinlerde ise; suç, adalet ve ahlak tanımlarının en az cinsel kimlik kadar değişken olduğu, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayacağı fikri vardı.

 

 

 

 

Hınzır edebiyat

 

 

 

Mehmet Murat Somer’in yeni kitabı, Pembe Tütülü Amiral’i okuduktan sonra o bildik edebi sorgulama hissiyle karşı karşıyayım. Somer, mizah ile kendini korumaya alıyor. Gerektiğinde ‘hınzırlık’ kartını gösterip eleştiriden kurtulmaya hazır. Bense kitabı biraz daha kurcalamak istiyorum.

 

 

 

Kitap, eşcinsel bir askerin, üzerinde balerin kostümüyle ölümü arkasından devreye giren asker polis savcı gazeteci dörtlüsünün bürokratik ‘dansı’. Ortada suç yok, utanç var. Suçlu yok kurbanlar var. İyi kötü, haklı haksız, doğru yanlış, adalet hesaplaşma kavramları karşısında her karaktere göre tavır değiştiren bir yazar sesi var. 

 

 

 

Karakterler üzerine kurulu bir yapısı var romanın. Kahramanı yok. Karakterler, ait oldukları zümrenin genellemelerde kullanılan tüm özelliklerine sahip oldukları için roman, klişe tuzağından kurtulamıyor. Konjonktür klişesi. Olağan şüpheliler toplanmış güncel bir Türkiye manzarası çiziyorlar: Polisi hakir gören, kendini ormanlar kralı sanan asker; ağabeyi irtica yüzünden ordudan atılmış kin dolu savcı; askerlerin şımarık ayrıcalıklı çocukları; küçük bir kızken sırmalı üniformalı bir askere platonik aşkla bağlanmış, şimdilerde silah tüccarına dönmüş Marc Jacobs takım elbiseli eski askerin koynundaki medya patroniçesi; ünlü olmak ya da daha iyi bir hayat için bedenlerini satanlar da manzarayı tamamlıyor.

 

 

 

Pembe tütüsüyle ölen amiralin kızının adı Zübeyde, oğlu da Rıza. Bu tarz bir hınzırlık mı marifet yoksa sahici karakterler yazabilmek mi? Yazar, kendi esprisinden memnun, spot ışıkları altındaki bir stand-up’çı gibi alkış istiyor sanki. One more time for the cheap seats in the back!  Oysa, “…büyük baldızı misafir gelmişti personel konularıyla ilgili Albay Kenan Acun’un. Öğlen Kenan’ın bayıldığı Rumeli böreklerinden yapacaktı…” cümlesi, karakter yaratma adına çok daha sahici bir gözlem.

 

 

 

 

Çehovvari

 

 

 

Dünyanın her kültüründe, ilahlaştırılmış erkeklik simgesi bir otoritenin mecazi olarak iğdiş edilişi, alıcısı olan bir öyküdür. İşin içinde bir de bürokrasi, bu bürokrasinin yarattığı tek tip karakterler, gülünesi bencil ideallerin sıradanlığı ve beyhudeliği olunca bu öykü Çehovvari sonuçlanır.

 

 

 

Sonuçta, Çehov karakteristikleri sayesinde, Pembe Tütülü Amiral’e biçeceğim edebi aidiyet içimi rahatlatacak. Karakter yazımındaki eksikliğine karşın roman, üzerlerine düşen görevlerin ya da kendilerine görev belledikleri hırsların kurbanı olan karakterlerin ‘rütbesiz’ sıradanlıklarını çok iyi anlatıyor. Bürokratik fare kapanına dönüşen olayları başlatan ‘ölüm sahnesi’ romanın kreşendosu. Bunun nedeni arka planda çalan Çaykovski değil, ölüme şahitlik edenlerin önemsiz detaylar üzerinden sorguladıkları kendi etik çelişkileri aslında. Trajedi ve fars, zevk ve pişmanlık, estetik ve grotesk birbirine karışıyor. Ölüm önemsizleşiyor. Gerçek hayat ile ‘rol alınan sahne’ aynı odanın içinde.

 

 

 

Çehov’un hastalık temasını sık sık sosyal parçalanmanın ve bireyin zafiyetlerinin simgesi olarak kullanmasına benzer bir şekilde, Somer de, askerdeki parçalanmayı eşcinsellik temasıyla anlatıyor. Yazar, eşcinselliğe hastalık demiyor ama heteroseksüel söylemde eşcinsellik hakkında ortalıkta dolaşan her fikre de kinaye ile yer veriyor. Eşcinsel bir askerin karısı ve çocuğu olmak, eşcinsel oğulun düzelsin diye askere gönderilmesi, orta yaşlı eşcinsellerin evlatlığım dediği genç sevgilileri, para ya da şöhret için eşcinsel sevgili olmak zorunda olan gençler, uzun süre aynı yerde bulunan denizcilerin deneyimlediği geçici durumsal eşcinsellik romanda üzerinde durulan hayat enstantaneleri.

 

 

 

Hop Çiki Yaya kitaplarındaki tavrı sonrasında akıl karıştıran, Somer’in askere bel altı vurma adına, neden eşcinselliği yerin yedi kat dibi bir utanç, bir ikiyüzlülük malzemesi yaptığı. Kitaba adını veren bu pembe fikrin, kitabın kara lekesi olması üzücü. Şüphesiz bana “Nerede yaşıyorsun sen, burası Türkiye!” diyenler çıkacaktır.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.