Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Birbirine uzak hayatlar



Toplam oy: 669
Mihail Şişkin // Çev. Erdem Erinç
Jaguar Kitap
Rus edebiyat geleneğinin günümüzdeki temsilcilerinin başında yer alıyor Şişkin. Mektupların Romanı da bu gelenekten süzülüp gelen bir kitap.

Mihail Şişkin, güncel Rus edebiyatını izleyenlerin bildiği, hayatın içinden gelen, tarih bilgisi kuvvetli ve tüm bunları romanlarına yansıtan bir yazar. Ülkesindeki yönetime muhalifliği nedeniyle 1994’ten beri İsviçre’de yaşayan Şişkin, çalıştığı farklı işler (temizlikçilik, yol işçiliği, muhabirlik, öğretmenlik, çevirmenlik...) sayesinde kendisini zenginleştirmiş biri. Uzmanlık alanı olan dilden (Roman dilleri ve Almanca) üslubunu oluştururken epey yararlanan yazar, Rus edebiyat geleneğinin günümüzdeki temsilcilerinin başında yer alıyor. Mektupların Romanı da bu gelenekten süzülüp gelen bir kitap.


Mektupların Romanı’nı birkaç kelimeyle anlatmak mümkün aslında: “Hitap”, “sözcükler”, “cümleler” ve “zaman.” Ancak bunların romanda girdiği biçimler ve birbiriyle bağlantısı Şişkin üslubunun bir ürünü. Roman, iki kişinin –Vovka ve Şaşenka’nın– birbirine hitaplarıyla, zamanla ve cümlelerle örülü. Bazen bunların tümü derdini anlatması için ikiliye yeterli görünürken bazen de duygularını aktaracak kelime bulamıyor ve zamanın dışına çıkıyorlar.

 

Çin’deki cephede kalemi eline alan Vovka’ya karşılık, Şaşenka, Rusya’da duygularını kağıda döküyor. Böylece iki tür zamana atıf yapıyor Şişkin: İlki, ikilinin kendine ait olan; ikincisi ise, ayrılığın ve savaşın yönettiği zaman. Dolayısıyla bu anlarda hayal ve gerçek yer değiştirirken, Vovka ile Şaşenka da yazdıkları mektuplarla yaratıcılıklarının sınırını zorluyor. Peki, birbirine ne anlatıyor bu ikili?



Mektuplar, tıpkı evrenin kuruluşu ve hayatın başlangıcına benzer bir ilişkinin tasviri. Vovka, ceset tarlaları ve siperler arasında dolanırken sıkıntılı; Şaşenka ise hayatını hal yoluna koymaya uğraşır ve Vovka’yı özlerken... Fakat her ikisi de benliklerini sömüren yorgunluğa karşın hayata tutunmaya çabalıyor; mektuplar ve oradaki samimi cümleler bunun kanıtı.
İkilinin cümlelerinin çoğunda, birbirlerine anlatmaktan büyük keyif aldıkları uzak bir hayat, yani geçmiş yer alıyor. Buralarda mutluluk, Vovka ve Şaşenka’ya hiç de ırak bir ülke gibi görünmüyor. Ancak savaş ve ayrılığın getirdiği tedirginlik, mevcut duruma ket vururken cümleler de zaman zaman eğilip bükülüyor. Birbirlerine anlattıkları geçmiş, Vovka ve Şaşenka’nın daha önce girmeye pek sıcak bakmadığı, deyim yerindeyse sümen altı ettiği kimi hatıra odalarına adım atmasına neden oluyor. Öte yandan savaşın anlamsızlığı ve insanların saçma bir şekilde ölmesi de ikilinin satırlarına yansıyor. İşte Şişkin’in, Vovka ve Şaşenka’nın yaşadığı iki ayrı zamanı yansıtma şekli bu. İkili bir taraftan birbirine kendisini anlatırken diğer taraftan da üzerinde hâkimiyet kuramadıkları olaylarla çevrili bir zaman başınabuyruk biçimde yürüyor. Savaşın sertleştirdiği koşullarda aklın, iradenin ve mantığın yerini emirler ile duygusuz, sıradan ve içi boş cümleler alıyor. Vovka, bunlara ve gazete sayfalarındaki “mucize yaratan” kahramanlara Şaşenka’ya yazdığı satırlarla direnmeye çalışıyor; anlatarak, içini dökerek…

 

 

 

Umut ve beyhudelik


İkilinin mektuplarda birbirini anlatması, hayata tırnaklarını geçirme isteğinin de bir göstergesi. Buna en çok ihtiyaç duyansa savaşın ortasında kalan, kendisini hor gören, ölümü düşünmeyi bir kenara bırakıp yaşadıklarından kurtulmayı arzulayan ve hayatını kaybedenlerin belgelerini düzenlemekten usanan Vovka: “İyinin kötüyle mücadelesine dair yalanlar ve ölümsüz hakkında okunan süslü püslü mavallar, işte tüm bunların içinde çok hayati bir hakikat saklı ve ben de bu hakikati hissediyorum. Belki de tam olarak bunun için buradayım, onu anlamak için. İnsanlar burada kabalaşıyor, zaman zaman gerçekte olduklarından daha yumuşak da davranıyor. İçlerinde sakladıkları her neyse burada açılıyor. Birer yaban hayvanına benzeyen askerlerin bile evlerine zarafet dolu mektuplar gönderdiğini görüyorum. (...) Evet, burası kötülükle dolu; gaddarlıkla, kabalıkla, anlamsızlıkla, çirkinlikle ama bir yandan da içinde insani olan ne varsa ona tüm gücünle sarılmanı sağlıyor. İçinde kalan insanlığın bir zerresini bile koruyup kollamak bu denli önem kazanıyor işte.”


“Korkunç olanın artık geçip bittiğine, sadece hayata aldırmadan yaşayıp gidenlerin inandığı” bir ortamda Vovka ve Şaşenka, var olmayan bir dil kurup gerçek kelimelerle birbirine hitap ediyor. Yalnız meselenin başka bir yanı daha var: Birbiriyle aynalı ve ses geçirmez bir camın arkasından konuşuyormuş izlenimi uyandıran Vovka ile Şaşenka’nın satırları, sadece kendisini yaşayan bir zamanı çağrıştırıyor: Vovka cepheyi anlatıyor, Şaşenka ise sıradan görünen ama hiç de sıradan olmayan hayatını… Şişkin’in bu yolda okura hazırladığı sürprizler de Vovka ile Şaşenka’nın kurgularını ve hayal gücünü anlamamıza yardım ediyor.

 

Geçmişin yarattığı huzur ve geleceğin doğurduğu tedirginlik arasında hassas bir denge kuran yazarın, Vovka ile Şaşenka’nın mektuplarıyla anlatmaya uğraştığı umut ve beyhudelik, hemen hepimizin hayatının bir noktasına dokunuyor. Korkunun çözüldüğü, görünmeyenin görünür hale geldiği, dünyanın kaybolup ardından açığa çıktığı bir yaşamı resmediyor ikili. Ulaşsa da ulaşmasa da mektuplar bu yüzden çok kıymetli.


Mektupların Romanı, sözcüklerin anlamını aştığı ve bazen yetersiz kaldığı satırlardan oluşan; Şişkin’in, Dostoyevski’yi ve Tolstoy’u izlediği Rus edebiyatı ekolünün yansıması olan, kimi anlarda varoluşçuluğa kiminde ise nihilizme göz kırpan bir kitap. Tüm insani duygulara yer veren Şişkin, mutluluk ile huzursuzluk arasında mekik dokuyan Vovka ile Şaşenka aracılığıyla anlamın ve anlamsızlığın hayli ince bir çizgiyle birbirinden ayrıldığı topraklara sürüyor okuru.      

 

 

 


 

 

 

Görsel: Türksen Kızıl

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.