Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

ÇizgiRoman // Dünyaya nasıl katlanırız?



Toplam oy: 867
Manu Larcenet
Karakarga
Türkçede yakın dönemde yayımlanmış en önemli on grafik romandan biri olabilir Sıradan Zaferler. İyi bir grafik romanda hemen dikkat çeken ve olması gereken bütün niteliklere sahip.

Bizim çizgi roman üretimimiz, hele son kırk yılı hesap edersek, yoğun olarak mizah dergilerinde gelişti. Bugün, komik çizgili ve underground eğilimli hâkim bir üslubumuz varsa eğer, bunun asıl nedeni yazar-çizer tercihlerinden çok yayım mecrasının belirleyiciliğidir. Öte yandan dergide üretim yapmanın temel bir sıkıntısı varsa o da az kareyle (panel) anlatma zorunluluğudur. Dolayısıyla ister istemez hızlı ve o kısalık içinde ilgi çekmeyi amaçlayan, son karede -sürpriz sonda- odaklanan, tek etkiyle ilerleyen hikayeciliğimiz var demek gerekiyor. Mizah dergilerindeki üretimler bu yaklaşımın bugün dahi çok dışında değiller, bu tarzın eskidiğinin okur da farkında; yeni hikayeciler konuşulurken, onların ayrıntıcılığından söz ediliyor en çok. Hikayeden çok bir diyalog veya tahkiye içinde “ilgisiz” duran bir şey mesele edilebiliyor. Eskiden, okurun ilgisini dağıtacağı düşünülerek kahraman dışında kimseye, çevrede olup bitenlere, yan karakterlere neredeyse hiç bakılmazdı. Asıl olan kahramanın yolculuğuydu, yan hikayelerin ve teferruatların gereği yoktu. Eh, zaman değişti, beklentiler değişti, doğal olarak sadece hikayeler değil, çizgi roman da değişti. Çizgi romanlar hâlâ süratli, bol aksiyonlu şeyler anlatıyorlar ama sinema, televizyon ya da bilgisayar oyunlarının süratiyle baş edemeyeceklerini de biliyorlar. Grafik romanların daha fazla konuşulmasının bir nedeni de bu. Çok açık biçimde daha derin, daha insani ve mutlaka yavaş hikayeler anlatıyorlar. Grafik romanla çizgi romanın farkını anlamadıklarını söyleyenler oluyor, her defasında yineliyorum, anlamak için hikayeye bakılması gerekiyor, asıl farklılık tahkiyenin kuruluşunda çünkü. Yavaşlar, yavaş olmak zorundalar, ancak yavaş kalarak, karakter anlatarak “hayatta kalabilirler.”

 

 

 

Yakınlarda Sıradan Zaferler (Le Combat Ordinaire) isimli, Manu Larcenet imzalı bir Frankofon grafik roman yayımlandı. Türkçede yakın dönemde yayımlanmış en önemli on grafik romandan biri olabilir. İyi bir grafik romanda hemen dikkat çeken ve olması gereken bütün niteliklere sahip. İlk olarak, bir karakter ve onun psikolojisini; ikincisi, karakterin dönüşüm ve olgunlaşmasını içeriyor. Başkarakterin yolculuğu, bir şeyler öğrendiği, kendisini ve etrafını sorguladığı bir süreci anlatıyor. Sıradan Zaferler, 2003 ile 2008 yılları arasında yayımlanmış dört albümün bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Fransa’da önemli bir ilgi gören seri, ilk albümüyle 2004’te, Angouléme’de ödül kazanmıştı; sonra başka ödüller de aldı, 2014’te sinemaya uyarlandı. Manu (Emmanuel) Larcenet, 1969 doğumlu, yirmili yaşlarının sonundan itibaren yayımlanan elliye yakın albümün üreticisi, oldukça deneyimli ve ustalık dönemi işlerini çıkartıyor epeydir. Müzikle ilgilendiği, ilk gençliğinde punk kültüründen etkilendiğini belirtiyor. Siyasetle ve siyasetçilerle ilişkisinde, hazcılığı ve öfkesinde punk müziğin izdüşümleri kolaylıkla görülebiliyor zaten. Müziğe yaptığı atıflar, hikayelerini tamamlar nitelikte, doğru seçimler.
Yazının girişinde bizim çizgi romanımızdan bilerek söz ettim, Larcenet bizim çizgi geleneğimizden çok uzak bir üsluba sahip değil. Ne ki biz bu yoğunlukta albümler çıkartamıyoruz. Telif getirisinin olmayışına veya azlığına bağlamak üreticilerimize haksızlık olur. Kastettiğim şey hikaye yavaşlığı, hayata ve olup bitenlere karşı bir eleştirel konuşkanlık. Hiç yapılmıyor demiyorum, Umut Sarıkaya’nın Naber dergisinde yaptığı edebiyat uyarlamalarını örnek olarak hatırlatacağım. Sarıkaya, o uyarlamalarda, sadakatli bir yorum yapmıyor, kimi yerleri ayıklıyor ve öne çıkartıyor, komik biçimde yerlileştiriyor vesaire ama edebi özgül ağırlığı bozmuyor, gidişatı bilerek hızlandırmıyor örneğin. Bir başka deyişle Larcenet ile birlikte aynı edebiyat bahçesinde geziniyorlar. Hatta yaptıklarını abartmamak için gösterdikleri ironik kayıtsızlık ve mizahi itirazlar bile bana göre benzer bir havadan nefes alıp veriyor.

Kah mırıldanarak, kah bağırarak...

 

Sıradan Zaferler, Marco isimli bir fotoğrafçının hikayesi. Seri, Marco’nun terapistiyle yaptığı konuşmayla açılıyor; tedavi gördüğünü, çeşitli anksiyeteleri olduğunu, panik ataklar yaşadığını, sakinleştirici ilaçlar aldığını öğreniyoruz. Bir terapistle konuşmaktan veya ilaçlarla yaşamaktan gocunmuyor. Çevresindekilerle uzun uzadıya konuşması, iç dökmesi ve anlamaya çalışması karakterinin tipik özellikleri. Kardeşiyle, annesiyle, sonradan kaybettiği babasıyla, çocukluğundan beri tanıdığı babasının iş arkadaşı Pablo’yla, sevgilisi Emilia ile derinlere dalarak sohbet ediyor. O konuştukça endişelerini, güvensizliğini, sorumluluktan kaçma arzusunu tartıştığını fark ediyor, sıkıntılarının bazen üstünü örttüğünü, bazen aşmaya çalıştığını anlıyoruz. Hikayenin çokkatmanlılığı en çok bu konuşmalarda kendini gösteriyor. Marco, ebeveynleriyle sorunları olan, babası gibi tersane işçisi olmaktansa Paris’e sanatçı olmaya giden orta sınıftan iyi eğitimli biri. Toplu taşıma araçlarından, arabalardan korkuyor, paniklemesine neden olan gerilimleri var, öfke ve neşe patlamaları yaşıyor, geçiştiriyor, yüzleşmekten kaçıyor, içine kapanıyor... Fotoğrafçılık işini tutkuyla seviyor ama çektiği fotoğrafları yetersiz ve başarısız buluyor. İnsanlardan olabildiğince uzak duruyor, önce kız arkadaşıyla birlikte yaşamak istemiyor, sonra baba olmaya yanaşmıyor, kızı doğduğunda işleri Emilia’ya bırakmak istiyor ama nevrotik kişiliği nedeniyle hiçbirinden uzak kalamıyor.

 

 

 

Albümün ilk bölümlerinde belli belirsiz kendini gösteren politik tutum, Marco’nun ilk gençliğinde çalıştığı, babasının emekli olduğu tersanenin kapatılacak olmasıyla birlikte belirginleşiyor. Marco, bir sergi için işçilerin portrelerini fotoğraflamaya başlıyor. Geçmişini inkar ettiği için iş gibi baktığı bu fotoğraflar giderek hayatının merkezine oturuyor ve babasından yadigar gibi gördüğü yaşlı işçilerle vakit geçirir oluyor. Albüm, 2002 Seçimleriyle, Sarkozy’nin başkan oluşuyla bittiği için siyasi bir yüzleşme de yaşanıyor. Marco’nun nevrotikliği gibi Paris’le taşra, sağla sol, sahicilikle pozculuk, mahalleyle büyük siyaset, göçmenlerle Fransızlar, Müslümanlarla Hıristiyanlar, Fransa’yla Cezayir de diyaloglarda karşı karşıya geliyorlar. Larcenet, o bölümlerde birbirleriyle çelişen pek çok görüşü farklı karakterlerin ağzından aktarıyor. Kah mırıldanarak, kah bağırarak, kahrederek…


İlginç ve önemli bir albüm Sıradan Zaferler. İyimserliği, gevezeliği ve mizahı başarıyla harmanlamış. İyimser çünkü her karakter şu ya da bu şekilde, birbirini dinliyor ve anlamaya çalışıyor. İnsanların birbirini dinlemediği bir çağda yaşadığımız için bu vurgu bile albümü iyimser kılabilir. Komik çizgileri olmasına ve mizahı kullanmayı sevmesine karşın çok da abartılı olmayan sakin ve mesafeli esprileri var. Mizaha, karakteri derinleştirmek için başvuruyor veya karakterleri espri yaptıklarının farkındalar. Mizahın kullanımı ve politik eleştirellik, o komik çizgileri ters köşe yaparak başka türlü gösteriyor. Laf uzamasın, grafik roman tutkunlarının kaçırmaması gereken bir güzellikle karşı karşıyayız.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.