Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Dilden bir kütle



Toplam oy: 672
Hüseyin Kıran
Sel Yayıncılık
Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor, bir yazarın dille neler yapabileceğini gösteren çok iyi bir metin…

Hüseyin Kıran, Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor adlı son romanıyla daha önceki eserlerinde olduğu gibi bir dil işçiliğine soyunmuş. Kıran’ın metinlerini okurken dilin bir yazarın elinde nasıl tek tek başka sözcüklerle bir araya geldiğinde farklı farklı anlam katmanları yaratabildiğini görürsünüz. Bu şekilde hem hiç olmayan bir anlamın var olan bir dille arasında nasıl bağ kurabildiğini hem de var olan anlamlara karşı direnen bir dil oluşturabildiğini görürsünüz. Görürsünüz, diyorum çünkü Kıran’ın metinlerinde dil gözle bir temas halindedir. Burada kastım sinematografik bir anlatı değil. Metindeki dil maddeleşir, cisimleşir ve dahası bedenselleşir. Dilin bir gövdesi vardır ve bu gövdeyi hareket ettiren bir madde olarak anlatı ortaya çıkar. Dili bu şekilde bedenselleştiren yazarların kiminde hareket canlı bir organizmaya dönüşürken kiminde de kütle halinde kalır. Hüseyin Kıran bunu metinden metne değiştiren bir yazar. Örneğin ilk romanı Resul’de dil, canlı bir organizma iken, son romanı Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor’da katı bir kütle halinde kalıyor. Bunun da bilinçli bir seçim olduğunu düşünüyorum, çünkü romanda hâkim olan dil muktedirin dili.

Muktedirin dili romanda, bir kütle halinde duruyor çünkü bu kütle ağır ve koyu bir halde. Zaten önce memur sonra elçi Yakup bir görevi ifa etmek için iş başında. Efendilerine her şeyi raporlar, incelemeler halinde sunuyor. Dağ halklarına verilmek üzere efendileri tarafından gönderilen mektubu sonuna kadar saklıyor. Ova halklarının yaşadığı yerden çıkıp dağa doğru gittiğinde kendisinden bambaşka bir şekilde yaşayan, bambaşka bir dili konuşan insanları görünce tabii ki onları anlamak ya da onlara uyum sağlamak gibi bir şey hiç aklından geçmiyor. Kendi kafasındaki sistemden öğrendiklerinden yola çıkarak karşılaştığı insanları düzenli, işaretli, yasalı, iradeli bir halka çevirmeye çalışıyor.

Kitapta dilin bir kütle halini almasının en iyi örneklerinden biri Yakup’un “Ovanın Efendilerine Rapor Mahiyetinde Bir Mektup” kısmı: “Ovalara ve ovamızı bekleyen büyük kaleye, kalemize sığınmış halkımıza, kasabamıza, aslında küçük şehrimize ama bunca boş ve çorak arazi gördükten sonra belki de epey büyük şehrimize, etraftaki yabana, başlayan ve bitmeyen, bitmek bilmeyen ormanlara ve çevresindeki toprakları sulayarak halkımızı doyuran efendilerine hizmet etmekten memnun olduğundan emin olduğum uzun suyumuza, ırmağımıza, akarsuyumuza, işte bugün artık emirlerinde bulunmaktan başka bir dileğimin kalmadığı şehrimizin kayıt defteri görevlisine bile, size hizmet etmenin onur ve gururuyla yaşayan, bu gururu tavizsiz taşıyan bendenizin bu içerikli raporu kaleme almaktaki maksadı şudur...” Burada dil, birbiri ardından gelen sözcüklerle uzayarak, muhatabı olan efendisine bağlılığını ve onun yüceliğini ifade etmek için bol sıfatlı bir şekilde neredeyse anlamın kendisini öteleyip, sıfatlara yoğunlaşarak bir kütle halini alır. Üstelik bu şekilde bizzat efendisine seslendiği, efendinin, yani muktedirin diliyle Yakup da kendi dilinin yarattığı bu kütlenin altında kalır. Sonrasında dağda gördüğü ve “yabanıl” gibi sözcüklerden “hayvan” gibi sözcüklere geçerek bu halkı tanımlamaya, nitelemeye çalışmaz; aslında onları sadece sıfatlaştırır. Çünkü Yakup’un bildiği dil bunu gerektirir. Tanımlamak, tanımayı da beraberinde getireceğinden onların arasına karıştığında kendisinden başka bir dil konuşan bu insanlarla anlaşmaya ya da onları anlamaya çalışması gerekir. Oysa sıfatlaştırmada tanımaya hiç gerek kalmadan kendi muktedir dilinde onları isimlendirir, sınıflandırır, yargılar, küçümser, hor görür ve onları kendi bildiği şekilde yeniden bir “halk” haline getirmek, “halklaştırmak” ister.

Kütle halindeki bu dil, romanın sonlarında Yakup nehre girdiğinde canlı bir organizmaya dönüşür: “Kara yoğun bir bulamaç bir kitlenin devrilerek üstüme yürüdüğünü gördüm su denmezdi neydi patladı vurdu gövdeydi kendisi koşarak ulaştı derin seldi anladım sardı taşıdı altına aldı taşıdı boğuldum doğruldum yutulmuyordu yuttum yutmayı denedim nafile biçimde içerek bitirmek bitiremedim mürekkebimsi bir rengi kutusunu yitirdim elimden elimle yaptıklarımı bilemedim zordu tutundum daldı dibe beni durdurmuyordu büyüktü üstüne yaslandım çıktım savuruyordu ağaç gövdesi…” Kitle, dili harekete geçiren bir unsur olarak ortaya çıkar. Yakup bu kitleyi yutmaya çalışırken kitle onu yutmaya, bedenindeki muktedirin dilini de, o bedenin içinde kütle halinde bulunan dili de yutmaya çalışır. Ancak bu yutma eylemi, Yakup’taki muktedirin diline, bu dilin bedenselleştiği Yakup’un gövdesine yöneldiğinde Yakup’un dili de canlı bir organizma halini alır, çünkü o zamana kadar kendi benliğiyle bir tuttuğu bu dilin kütle haline geldiğini de bu şekilde öğrenir. Yuttuğu bu canlı organizma halindeki dil ondaki kütle halindeki dil ile temasa geçtiğinde canlı olan, kütleyi oymaya çalışır, Yakup’u ağırlaştırır. Yakup’u ağırlaştıran diline yapılan bu saldırıdır, bedeninde taşıdığı kütle, onun dilidir.

Kutsalın, halkın, dilin, işaretlerin, sancakların, resmi yazışmaların bireyin bedeninde içselleştirdiği, doğallaştırıldığı bir kahraman örneği olarak Yakup, doğanın içindekileri yok etmeyi kendine şiar edinir. Bir kez bile efendilerinin ve kendi kafasındakilerin doğruluğu/doğallığı konusunda düşünmez. Şüphe, her aklına üşüştüğünde, onu kısa bir süre içinde bertaraf etmeyi başarır. Vazife olmadan hayat da olmaz. Vazife ise hayatın nasıl yaşanabileceğinin temelidir. Yakup vazifeleri ve bağlılıklarıyla kendini önce elçi, sonra yönetici, sonra temsilci, sonra kral ilan ediverir. Buna uygun düzenlemeleri yapabilmek için de elinden geleni ardına koymaz. Bu da yetmez, kendisine bir kutsiyet de atfeder. Aklını, bedenini, tohumlarını kutsiyetle bütünleştirir. Kurallar, kanunlar koymak; sınırlar çizmek, isimler vermek hepsi onun üstüne vazifedir. Diğerleri ise üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmamalıdır. Onların yerine her bir şeyi Yakup düşünüp gerçekleştirmekle, gerekenleri halihazırda yapmaktadır. Elzem, onun dilinde mühim bir sözcüktür. Kendi deyimiyle tüm bunlarla sonunda bir “ben-varlık” olarak suda sahneye çıkar.

Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor
, bir yazarın dille neler yapabileceğini gösteren çok iyi bir metin…

 

 

 


 

 

 

Görsel: Aybars Yücel

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.